0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

YOLCULUK VE MEMLEKET

YOLCULUK VE MEMLEKET

 

 

“Zaman mı? değil zaman
Akan zaman değil mesafelerdir.” 

Cemal Süreya

 

 

Yol, yolcu, yolculuk; memleketten doğar. Şehirleri değil yollar, insanları insanlara bağlar. Bir ucunda yâr,  bir ucunda nâr. Şimdi yolun bir ucundayım, dilim kalemin ucunda.

 

İlk Yolculuklar….

 

Varil kenarından çember yaptırıp, çevirdik. Değnek attan, tel arabaya geçtik. Masallarda uçan halıyı, uzay filmlerinde ışınlamayı severdim. Jant arabalarla eski cezaevinin yanından başlar, Kirişçi Hamdi Amcanın evinin yanına kadar kaldırımdan bir iki dakikada uçarcasına inerdik. Sonra da jant arabayı onbeş dakika yokuş yukarı taşırdık. Yani 1 -2 dakikalık zevk için 15-20 dakika çalışırdık. Akşama kadar böyle gel git yapardık.

 

Attan, eşekten arabaya geçiş yıllarıydı. Pazartesileri eşekler için park yeri vardı. O zamanlar otobüs, dolmuş, otomobil  sayılıydı. Otomobile taksi denirdi. Öyle de kaldı adı. Arabaya binmek lükstü. Gelin arabaları süslenir; ön kaputun üstüne küçük bir oyuncak bebek konurdu. Gezmeyi çok sevdiğim sünnet arabaları geliyor şimdi aklıma. “5 dakka kaldı Ahmet ateş aldı” diye bağıra bağıra. En çok kimin sünnetinde gezildi diye, çocuklar arasında uzun zaman konuşulurdu. İnerken bize “indi bindi” gibi kısa gelirdi. Şimdi ne sünnet arabasına binmenin tadı kaldı, ne de sünnetin; çocuk bahardan sünnet oluyor, düğünü yaza kalıyor. Maksat, çocuk kendi düğününde rahat etsin.

 

Benim için Karacasu’yu çevreleyen dağlar Kaf dağıydı. Hep merak ederdim ardında ne vardı. Bir yaşında gelmişim köyden, kendimi bilmezken. Babam, “şu dağın öte yüzündeki köyden geldik” derdi. Biresse’de doğmuşum, ekimiz kökümüz ordaymış ama kendimi Karacasu’da buldum, Karacasulu bildim. Sevdiklerim yanımdaydı, doğduğum yeri bilmediğimden özlemedim. Yine de orda bir köy vardı uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdü.

 

Karacasu dışına ilk gittiğim yer köyümüz oldu. Babam, ablamgil ve ben; sabah olmadan erkenden kalktık. Karıncalıdağ’dan yayan yola koyulduk. Her yer ve her şey yeniydi. Meraktan ve sağa sola bakmaktan yorulduğumu bile anlamadım. Babam işte şu tepenin, şu ağaçlığın, şu kayalığın ardında derken; köy göründü ve yorgun argın ulaştık. Köydekiler beni biliyordu ama ben onları ilk defa görüyordum.

 

Köye ikinci gidişimde dayımın arabasına bindik. Önce Nazilli’ye gittik. Yolcuları evlerinden topladık. Araba nasıl kullanılıyor diye dayıma bakmaktan sıkıldım. Gözümüzün önünde kayıp giden ağaçlara, yol kenarlarına bakmaktan başım döndü, midem bulandı. Araba tuttu dediler. Naylon poşet verdiler. Köye vardığımıza şükrettim. Hayret şimdi kimseyi araba tutmuyor.

 

Sonraki birkaç kez köye, Nazilliye, Aydın’a günübirlik gidip döndük. Babamla Nazilli’ye ilk gidişimde; adam olmuş gibi hissettim kendimi. Yol üstündeki bütün tabelaları okudum, geçtiğim yerleri, yolları ezberledim. Bıraksalar kendim geri dönerdim.

 

Yatılı Okula Başladığım Günler…

 

Büyüyünce ne olcan sorularının cevabına ilk adımlarımızı attık.

“Daha dün annemizin kollarında yaşarken

Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken

Şimdi okullu olduk sınıfları doldurduk

Yaşasın okulumuz sevinçliyiz hepimiz“ Şarkısını gerçek bir coşkuyla söylediğimiz günlerin ikinci perdesi açılmıştı. Artık ilkokul bitti büyüdük. Siyah bodiyeyi çıkardık; kabuğumuzdan sıyrıldık, yakalık devri kapandı. Orta okulluyduk. Takım elbise giydik, yeleği bile vardı. Kravatı komşuya bağlattık, saçımızı 3 numaradan fazla uzattık. Aynaya baktık, taradık. Her dersin öğretmeni ayrıydı. Siyah bir torbadan Fransızca, İngilizce, Almanca vardı. Kısmetime İngilizce çıktı. “Efendim”, “öğretmenim” demeyi bıraktık; “hocam” demeye başladık. Çocuk değildik. 23 Nisandan 19 Mayısa terfi ettik. Hepimiz gençtik. Adım atışımız bile değişti. Köylerden, Karşıyakadan, Merkez İlkokulu’ndan, gelenlerle tanışmaya başlamıştık. Derken, daha heyecanımızı sindiremeden ilk yazılılar başladı.

 

Bir akşam babam eve geldi, “imtihanı kazanmışsın” dedi. O an hatırladım. İlkokul biterken bir sınava girmiştik. Sanki gezmeye gidecekmiş gibi; Nevşehir, Edirne, Ortaklar  öğretmen okulu.. diye tercihler yapmıştık.

 

Ben ve benim gibi sınav kazanan birkaç arkadaştık. Okuyup adam olacaktık. Okul Nazilli’deydi, Cami avlusuna çocuğunu terkeder gibi; geçmişimizi bırakıp, gelecek aramaya gidecektik. Karar verdik: yol açıktı, yola çıktık. Gidiş o gidiş; artık yol oldu gidiş geliş. O gün bu gündür, Karacasu’dan uzakta, yolun diğer ucundayım.

 

Dönülmez bir yolun başındaydım. Yatılı okul yıllarım başladı. Sivaslılar, Kayserililer, Kırşehirliler birbirini tuttu. Hepsi sanki bir yumruktu. Biz de Karacasulu olduğumuzu fark ettik. Hemşeri ne demek o zaman öğrenip, anladık ve sanki birbirimize sığınıp bağlandık.

 

Herkesin durumu aynıydı, sürü psikolojisi ile avunduk. İlk ayrılık kolay oldu. Ne olduğunu bile anlamadık. Yatılı okulda her sabah uyanındığımızda, ayrılığı biraz daha anladık. Birkaç hafta sonra renkli hapın üstündeki tatlı kısım kaçmış, acısının tadı ortaya çıkmıştı. Yutmaktan başka çaremiz yoktu. Sonra özlemek başladı. Bırakıp geldiğim yerlere dönmek, sabah evde uyanmak, gece evde başımı yastığa koymak… Değeri olduğunu bile bilemediğim şeyler, ne kadar değerliymiş meğer.

 

Hiç yoktan özleyecek bir yerim olmuştu. Özlemek hissetmekti ve anlamak için yaşanması gerekirdi. Yazmakla anlatılacak bir şey değildi; mutluluk gibi, aşk gibi. İşte Memleket nedir? Ayrılık nedir? Özlem nedir? o zaman yaşayarak öğrendik. Bir tek Karacasu’dan değil ki ! Çocukluğumuz, alışkanlıklarımız, göz aşinalığımız, yuvamız, anne, baba, kardeşlerimiz, sevdiklerimiz, kurt, kuş, gece, gündüz,.. özlediğimiz ne varsa hepsinden ayrıydık. Memleket deyince hepsinin adıymış anladık. Sanki kendimize bile yabancılaştık.

 

Annem “Sevi daşdan ağırdır bilmeyen gök başlı cavırdır” derdi. Nerelisin ? Daha evlenmedim denir; hanımköylüyüm denir ya. İnsanın yeri sevdiklerinin yanı diye boşuna mı söylemişler. Bağlarımızın en güçlü olduğu zamanlardı. Dayanamadık ve ağladık, sızlandık, birbirimizi doldurduk. Yol yakınken Karacasu’ya ve oradaki okulumuza geri dönecektik. Karacasulu üç beş arkadaş, okuldan kaçıp eve geldik. Analarımız “dizimin dibinde gözümün önünde” olsun dedi, ne de olsa ana yüreğiydi. Babalarımız olmaz dedi. Bizi topladılar konuştular. Konuşulmak hoşumuza gitti. Başka çaremiz yoktu. İkna olduk. İster istemez geri döndük. Mesut’un babası bizi geri götürdü. Kaldığımız yerden devam ettik.

 

Karacasu’dan ayrıldığımda, çocukluğumun güneşi batmak üzereydi. 11 yaşındaydım. Yüzme bilmeyen çocuklar gibi hayata atıldık, tutunacak dal aradık. Sonra, elimizden geldiği kadarını yaptık. Paydos zilinden sonra etüd saatine kadar. Sümer Ortaokulundan garaja kadar yürüyüp, Karacasu minübüsünün başında bekledik, sanki biz de gidecektik. 10-15 dakika oralarda eğlendik, gelen gidenlerle sohbet edip eve selam gönderdik.  Minübüse binip giden Karacasulularla sanki biz de giderdik. Bir ay kadar böyle gidip geldik.

 

O yıllar geçip gitti. Ayaklarımızın üstünde durmayı öğrendik. Şimdi ise yatılı okul yıllarından aklımda kalanlar; eskimeyen arkadaşlar, kocaman çay kazanı, çelik kupadan içtiğimiz şekerli çay, sabah etüdü vakitleri, akşama doğru gökyüzünde savrulan karga bulutu, aşağı Nazilli’ye kadar bindiğimiz gıdı gıdı treni…. Edindiğim alışkanlıklar; tadına bakmadan yemeğe tuz atmak, kuru fasulyeyle pilavı karıştırmak… o günleri özlüyor muyum? Hayır.

 

Karacasu’dan Üç Yola Kadar..

 

Yolculuk sabahı erken kalkılır. “Erken kalkan işine geç kalkan düşüne” demiş eskiler. Bir gece daha kalabilmek için; sabah kurt kuş uyanmadan uyanıp yola çıkmayı göze alırdık. İlk otobüse bilet alır, yoldan binerdik. Yolculuk ânı yaklaştıkça gönlümde yer daralır. Bavul hazırlamak zor iştir, zaten istemeye istemeyedir.Tuttuğun her şey ağır gelir. Karacasu’dan giderken bavul her zaman doludur. Yine de son anda birşeyler eklenir. Ne olur ne olmaz, ihtiyaç giderilir; birkaç yudum bir şey yenir. Annem börek çörekten yolluk hazırlamıştır, “güvenme dayına ekmek al yanına” deyip onu da elime verir. Hep bir şey unutacakmışım duygusu huzursuz eder, belki de unutamayacaklarım gelir aklıma.

 

Karacasu’dan her ayrılışta biraz daha azalır bağım ama bir parçam hep orada kalmıştır ya da Karacasu’nun bir parçası yerinde değildir. Memleketin yokluğunu mu? Yoksa bendeki varlığını mı daha çok hissedeceğim? Bilmiyorum. Hem ağlarım hem giderim misali

“Aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem;

Ud kemani  çalmazsa aynalı körüğe de binmem” havasında gitmek istemezdik.. Ama mecburen giderdik.

 

Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları Şiirinde yola çıkarken yaşanan duyguları ne güzel tarif eder;

 

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar.

Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı.

Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…..”

 

Sayılı gün çabuk geçmiştir. Gün gelip çatmıştır. Çocukların ağzında “güle güle” ve “Allahaısmarladık” karışır ama bu karışıklık ne de güzel yakışır onların ağzına. Ağlamak bulaşıcıdır; hemen yayılır. Anamın “bir gözüm gördü bir gözüm görmedi daha oğlum” deyişi;o daha söylemeden önce, bir önceki gidişimden aklımdadır. “Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var”, ”Selam söyle” “Mektup yaz, ara, alo de”  “Haydi uğurlar ola..”  sözleri arasında belki de son defa duygusuyla,  el öper, sarılırız. Artık, gidenin önünde durulmaz. Yolcu yolunda gerektir. Anamın gözlerinden yaş süzülürken, ardımdan bir maşrapa su dökülür. Otobüse binilir, el sallanır, göz göze gelinir. Dandalas Çayı’ndan balık tutmaktan dönerken yarım saatte çıktığımız yol; zembereği boşalmış gibi uçarcasına inilir. Herkes sus pus olur. Gözler dolu, bakışlar boştur. Bir düğüm atılır insanın boğazına, dokunsalar ağlamak işten değil. Sonra da; yol kıvrıla kıvrıla, yürek burkula burkula, taa Üçyola kadar gidilir,  Üçyoldan sonra yolcular kendine gelir.

 

Telgraf bile normal, acele ve yıldırım çekilirdi. Ama her kelimesi para yerine geçerdi. O yüzden Mektup gelir, mektup giderdi. Mektupla bağlanırdı yollar. “Gider gitmez mektup yaz” “mektupsuz bırakma bizi” denirdi. Almanya’dan “damgalı koleksiyonluk pullarla” gelirdi mektuplar. Bizdeyse mektup pulunda traktör kasasına doluşmuş insanları ve üstündeki “düğüne mi ölüme mi?” yazısını hâlâ hatırlarım.  “Nasılsın iyi misin? Allahtan iyi olmanı niyaz ederek bu mektubumu yazıyorum. Beni soracak olursan ben iyiyim. Orada havalar nasıl?” kalıp sözleriyle başlardı mektuplar. Askerden gelirse; kenar süslü, resimli, şiirli  “er mektubu görülmüştür” damgalı olurdu. Çoğu zaman, adres gibi tanınan birinin “eliyle” gelirdi. Zarf da mazruf da özlem yarasına pansuman. Mektuba yazanın kokusu da sinerdi; sanki ondan bir parça gibiydi. Yüzüne sevdiğini söyleyemeyen, mektupta aşk şiirlerini sakınmazdı. Gelse vermez miydi? Ama yine de postacıdan mektup sorulurdu. Bazen de yazan mektuptan önce gelirdi.

 

Hemen yokuştan iner inmez sağımızda Dandalas Çayı’nı hissede hissede parelel akarız. Yakında baraj geçecek, otoyol geçecek derken; zamanla yol kenarları ve manzaralar değişecek. Baraj yükselmeye başlamış bile. Nereye bakarsan bak ağaçla bezenmiş; yolun sağı solu manzaralı. Güneş yanığı üzümler, çam, badem, zeytin, incir, armut ağaçları gözlerimize değe değe, Karıncalıdağ eteklerinden Menderes Ovası’na ineriz. Yol kenarında sarı dev papatya gibi yerelması çiçekleri, meyan kökü bitkileri gözüme çarpar.

 

Biraz ilerde, yolun solunda bir çardak ve gölgede asılı  duran bir bardak; üzerinde kozalaktan kapak ve kulpundan bağlı bir kupa vardır. Bizde toprak bardaktan içilir su. Bardağın dışı terlemiş, içindeki su serinlemiş, toprağın ilk yağmurdaki kokusu suya sinmiş ve su toprağın tadından almıştır. Testiye bardak deriz biz; bardağa da kupa. Gelinciğe lale, kavağa servi, araba arap, zenciye gararap…

 

En son kargılar ve kargalar olur; Başaran’dan sonra Karapınar’a doğru. Menderes düzlüğünde yol kenarlarındaki bahçelerde turunç ve portakal ağaçları sıralanır. Portakal sanıp yiyenler bilir turuncun acısını. Turuncun tadı, çorbada, salatada, pidede gelir. Bunu da bizim oralılar bilir. Yol boyunca ara ara gördüğümüz Morsynos Çayı, Başaran yakınlarındaki Antiochea civarında Meandros Nehrine dökülmüş, yolculuğunu tamamlamış ve suyu bulanmıştır. İster Morsynos deyin adına ister Dandalas; aka aka yol ettiği yatağında binlerce yıldır hep aynı yöne yolcudur. Menderes’in üstünden geçerken; ille de aşağıya bakarım ve suyun bulanıklığına karışır bakışlarım. O da benim gibi yolcu…

 

Mesafesi kısa da olsa, gidemediğimiz her yer uzak değil mi? Uzak yer bilmediğimizden, Nazilli uzak gelirdi. Üçyola kadar memleket üçyoldan ötesi gurbet gibiydi. Üçyoldan kıvrıldık, nihayet yola girdik. Memleket geride kalır ve yolcu gideceği yere odaklanır. Sonraki yollar hep aynı sayılır. Göçmen kuşlar gibiyiz. Gidiyoruz. Dönüş bir ara, kısmetse bayrama..

 

Uzaktan Sevilir Memleket..

 

Uzaktan sevilir memleket. En güzel şiirlerini memleket üstüne söylemedi mi Şair Nazım Hikmet. Gurbete gidince fark edilir. Gurbete düşmeyen “il mi yaman bey mi yaman” anlamaz. Bir gurbet şiiri yazın desek, ne yazabilir ki yaşamayan? “Ayrılık yarı ölmekmiş; O bir alevden gömlekmiş” diyen şarkıdaki duyguyu o ateşten gömleği giyen bilir.

 

Karacasu’dan uzakta yaşamasam; çocukluğumun üstü, aynı yerde sonraki yaşadıklarım tarafından örtülecekti. Hafızama yeniler eklendikçe; eskiler daha derine inecek, belki de silinecekti.

 

Anlar ve anılar geride kaldıkça, yaşamak devam etti. Hayat yolunda eskidik. Murathan Mungan, Telli Turna şiirinde; “Yenik düşüyor herşey zamana, Biz büyüdük ve kirlendi dünya” demiş ya. Biz de kirlenmeden önceki zamandan; o yerlerden, o zamanki insanlardan söz edelim. Gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzü ve bilinen en güzel iklimin olduğu yer. Dağlarından yağ, ovalarından bal akan; havası suyu elması yaylasıyla ünlü herkesin birbirini tanıdığı küçük ve şirin bir yer düşünün. İşte orası Karacasu, dünyanın ortası.

 

Nasrettin Hoca’nın “dünyanın ortası burasıdır” dediği yer memleketidir. “Taş yerinde ağırdır” sözü memleket için söylenmiştir. “Her horoz kendi çöplüğünde öter” sözü  de öyledir. Memleketinden ayrılanın dili kısadır. Memleketim; toprağından, havasından, suyundan harman olduğum doğup büyüdüğüm yer. İlk göz ağrım, kendimi bildiğim, toprağına can teslim ettiğim. Başka nereye gidersem gideyim, orada sanki emanet gibiyim.

 

Göçerlik, göçmenlik bize göre. Kırlangıçların, leyleklerin, sığırcıkların, yörüklerin yurduna yollar da dahildir. Onların evleri geçtikleri yollar ve gittikleri her yerdir.Caretta carettaların okyanuslar dolaşıp, doğduğu yere dönmeleri ve somon balıklarının akıntıya karşı yüzüp doğdukları yerde ölmeleri gibi; insan üzerinde de hamurunun karıldığı toprağın bir çekim gücü vardır. Evde beslenen tropik balıklar, su kaplumbağaları ve dışarıda uçan papağanlar; İstanbul’a ait değil. Doğal ortamlarından, uzakta esir gibiler ama bunun farkında bile değiller.

 

Eskiden kısa mesafeler bile uzundu. Yollar, arabalar iyileşti. Mesafeler kısaldı. İnsanlar daha da uzağa gider oldu. Uzaklar yakınlaştı ama insanlar birbirinden uzaklaştı. İnsandan saklı bir yer kalmadı. Çini yol ettik.  Dünya küçüldü, daraldı.  Aya bile çıkıldı ama mehtabın sihri kaçtı. Yine de her zaman fakirin ayağı kısaydı.  Gurbet biraz da imkânsızlıkların adıydı.

 

Geri dönmek olmasa, ayrılık daha zor olurdu…Gideceğim yere geldikten sonra bedenim; ruhum da gelsin diye üç beş gün daha beklerim. Sonra özlemek başlar. Memleketin özlemesi bile güzel. Karacasu’da kimseye Karacasulu demezler. Gittiği yerde Karacasulu olur. Balık misaliyle Şair Hayâli Bey bir beytinde ne güzel söylemiş ;

“Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler

O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”

İnsan doğup büyüdüğü yerden ayrılınca, memleketi olduğunun farkına varır. Hemşerilik bile yerine göre değişir: Karacasu’da Biresse’li hemşerim. Nazilli’de Karacasulu da hemşerim. İstanbul’da Aydınlı da hemşerim. Almanya’da Denizlili de İzmirli de hemşerim. Uzayda da Dünyalıya hemşerim diyecek gibiyiz.

 

Herkesin memleketi güzeldir. Güzel diye bilmek için güzeller görmek gerekir. Memlekete dair çok hikâye vardır. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar. Ağlamış, inlemiş.. çilemiş de çilemiş .. ille de vatanım, ille de vatanım demiş. Dayanamayıp bırakmışlar. Gidip bir dikene konmuş. Biz de öyleyiz, Şair Nedim’in “Bu şehr-i Stanbul ki bi-mislü bahadır, / Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” dediği,taşı toprağı altın İstanbul’da. Aklımız hep Karacasu’da.

 

Yine, hali vakti, işi gücü yerinde adamın biri arkadaşına her gün köyünden bahsedermiş. Duyan cennet zannedermiş. Arkadaşı çok merak etmiş. Bir gün beraber gidelim ben de göreyim demiş. Velhasıl gitmişler. Arkadaşı gidince ne görsün! Kuş uçmaz, kervan geçmez, ot bitmez kayalık bir yermiş. Demiş ki: burası mı öve öve bitiremediğin köyün senin. Adam demiş ki: burda doğdum, burda büyüdüm ben. Burda bütün sevdiklerim. Burası benim yerim… Dahası, böyle olmasa buraları bırakıp gidemezdim. Şimdiki malı mülkü edinemezdim. Kıssayı uzatırsan kısa dinlenirmiş, uzatmayalım. Bir dizeyle bağlayalım; “Başka yerde bahar olmuş bana ne; bahar gelir bana yurdumdaki kış bile ”.

 

Mutluluğun bir resmi varsa eğer, içinde memleket vardır elbet. Benim için memleket deyince aklıma geliverenleri, ara vermeden bir solukta sayayım. Şöyle hafızamdaki bazı noktalara akupunktur yapar gibi; duyduklarımdan ve gördüklerimden birer cümleyle dokunayım.

 

O zamanlar, elde sapan akşamı ederdik, bir süslü kuşun peşinden dağa giderdik.  Milletçe tek yürek olur, aynı filmi seyrederdik. Camdan değil; sevdik mi candan severdik. Banyodan sonra el öptüğümüz, misafirlikte uyuyup kaldığımız, aynı bardaktan içip, aynı sininin etrafına dizilip aynı çanaktan yediğimiz zamanlardı. Balolar modaydı, üç beş kişilik orkestra canlı çalardı.

 

Sultan nevruzda gargalıların ipi yetmez. Kıpır kıpır şeytan uçurtmalara, çarşaf ipi bile ağır gelir, bel verirdi. Oyun ve oyuncak için para gerekmezdi. Bezden bebek, kâğıttan gemi, mendilden tavşan, değnekten at, telden araba yapardık. Hiç bir şey bulamazsak, saklambaç aynardık. Hop hop lastik top, zıplardık, ip atlardık. Kızlar beş taş oynarken, biz bilye oynardık. Yani oyuncağımızı taştan çıkarırdık.

 

Bütün yaz sokaktaydık. Uzadığımızı kapıdaki boy çizgilerimizden anlardık. Yaş beton görürsek ayak basardık. Sonra da her geçişte izine bakardık. Akşam olunca çakmaktaşını birbirine çakardık, barut kokulu kıvılcımlar saçardık. O akşamın berrak gecesinde yıldızlar yakına inerdi. Çapıt bağlanmış çalı dedeleri, çiçek açmış gibiydi. Kazaklar örer, elbiseler diker, oyayla oyalanırdı kız anneleri. Kınalanırdı kızların elleri.

 

İnsanlar sakindir, herkes birbirini bilir, her yer gözaltında gibidir. Sokak ortalarındaki taşlara basa basa; çarşı pazara, kahvehanelere can veren insanlar gelir geçer, selamlaşır, hal hatır sorardı.  İnsanlığın ölmediği zamanları gördük biz. Yarılmış narlar, ağaçta yanar gibidir. Elma ısırınca çatır çatır sulanır. Subaşı Yaylasında suya karpuz koysan çatlatır. Yaz gelince yaylaya yayan giderdik. Hava o kadar temizdi ki; Süsyolu’nda yanımızdan bir jawa gider ama benzin kokusu burnumuzdan gitmezdi.

 

Yoldaki taş aralarında kurşun dökülmüş olurdu, bir de geçmez para, ellemeye korkardık. Sokak çeşmelerinden ağzımızı dayayıp su içerdik. Çeşmenin altındaki havuzcuktan ıslıkla sulanan bir eşek, sırtında semeri darası. Cuvarın bahçeler sulansın diye salıverdiği suların taş yolların ortasından dere gibi akması, kurumaya serilmiş dizi dizi patlıcan biberler, Alemler yolunda sahibi telaşlı odun yüklü eşekler, bademlerin ağaçtan düştüğü, zeytinlerin sırıkla dövüldüğü mevsimler, ilk yağmurda toprağın  ve ilk yanmada soba boyasının kokusu, baharın coşkusu….serin suyundan içtikçe tazelenir hafızamda.

 

Ağaçlara su yürüme zamanı, erik ağacı gelin gibi donandı. Armut daldan, elma daldandı. Üç gün güneş açtı, badem ağaçları yalancı bahara aldandı. Sularımız temiz, insanımız saftı. Antika halılar verildi, makine halısı alındı. Bakır tabak çanak ne varsa verildi noramin melamin alındı. İnsanlar da aldandı.

 

Baharda; kuzu göbeği aynı yerden biterdi. Çıntarlar, zamanı gelince çimenlerin içindeki incirin dibinde beni beklerdi. Tilki kuyruğu, sarmaşık, mantar toplarken sevinirdik, soğan yumurtayla kavururken sevinirdik, yerken bir daha sevinirdik.

 

Serçeler sıradan ve gumbur guşları aramızdan biri gibidir. Yol kenarlarında zeytin ağaçlarını, mezarlıktaki sarıklı mezar taşlarını, hiç susmayan gork tavuğu ve peşinde dolaşan yavrularını, folluktaki sıcacık tavuk yumurtasını ve tavuğun sıcağı sıcağına gıdaklamasını, oyun oynarken her akşam gözümüzün önünde havanın kararmasını, derelerde balık peşinde akıp giden zamanı, geceleri berrak karanlığın altında yolcu bekleyen sokak lambasını, ulu çınarlara kurduğumuz salıncakları, pazartesi sabahları yapılan pazar duasını, ev önündeki bahçede domatesin kızarmasını, … nasıl unuturum.

 

Rüzgarı dinlerim; serçe cıvıltıları, arı vızırtıları, kelebeğin kanat çırpışları birbirine karışır, bir sessizlik olur. Duyarım, doğanın da beni dinlediğini.. Her şey kendi renginde, kendi şeklinde ve yerli yerindeydi. O küçük yer benimdi. Kendim gibiydi.

 

Üçyoldan Karacasu’ya Kadar.. 

 

Bu yoldan kaçıncı gidip dönüşüm. Giderken sol dönerken sağdadır. Giderken inişler dönerken yokuştur. “Allah Allah, bu ağaç burada mıydı?” diye düşündüğünüz olmuştur. Giderken gördüğünle, dönerken gördüğün başkadır. Bu yüzden dönüşü de anlatmazsak noksan kalır.

 

Denizli tarafından gelenler, Üçyolda iner ve araç bekler. Yol kısalır böylece. Denizli’den dönerken yağmur varsa inmez, Nazilli’ye kadar otobüse sığınırdım. Camdan bakan arap kızı gelirdi aklıma. Dışarıda yağmur yağarken, seller akarken.

 

Üçyoldan sonra Menderes geçilir. Biraz düz gidilir. Giderken kıvrılıp, burkulup düğümlenen yollar sanki dönerken çözülür.

 

Yol kenarları kimi zaman orman, kimi zaman bahçeler birbiri içine girmişler ve üstünden eksile eksile körelmiş taş duvarlarla bölünmüşler. Yeşile boyana boyana giderken gözlerimiz; bazen papatya tarlalarının beyazı,  bazen de gelinciklerin kırmızısı  gözü deler.

 

Bir de Karacasu 19 km tabelası dikkatimi çeker; olması gereken yerde değilmiş gibidir. Dev kaktüsler yol kenarında yükselir; Ziraat Bankası’nın önündeki palmiyeler gibi alakasız yerdedir. Sanki onlar da yaban elde gibidir..

 

Leylekler gelince hiç yoktan seviniriz. Cami kubbesindeki, elektrik direklerinin üstündeki boş yuvaları doldurur; tek ayak üstünde bekler, lak lak eder ya da tarlada gezerler. Kırlangıçlar da gelmiştir; ya havada süzülürler, ya çamurdan yuvalarını inşa ederler ya da tellerde dizilir beklerler.

 

Gideli epey zaman geçmiş, özlem pekişmiştir. Üçyoldan sonrası; “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, dedem ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye başlayan masal girişleri gibidir. Alıştırır, havaya sokar insanı. Karapınar yolu ağzından inen olur da binen olmazdı. Sonra, Başaran, Yenice, Esençay, Dereköy, Çamlık taksit taksit müjdeler yakınlaştığımızı ve yokuşu sarmaya başlarız yavaş yavaş. Bu arada kulaklar ayar yapar. Efeler Der. tabelasından hemen sonra Karacasu 5100 yazılı nüfus tabelası vee Kirişçi Hamdi Amca’nın  evi de geçildi. Ehh, Garısuyu geldik gari, istambullu gibi gonuşmayalım bari.

 

Dönünce Karacasu’da..

 

Ankara’nın İstanbul’a dönmesi güzel demiş ya şair; İstanbul’u övmek için değil Ankara’yı yermek için söylenmiş olmalı bu söz. Ankara’ya işi düşmüştür. Giderken taşıdığı yükü, stresi atmış olmanın ve işini yapsa da yapamasa da, bir şekilde eve geri dönmenin dayanılmaz hafifliğini ifade etmek için söylenmiştir.

 

Memleketten ayrılmanın en güzel tarafı memlekete geri dönmek değil mi? Ayrılığın en tatlı yanı kavuşma anı. Hatta o anı yaşamak için ayrılmak gerekir. Barışmanın tadını küsenler bilir.

 

Otobüs çarşıya gelmiştir. Düzlükte nefes alınır. Herkes inmekte acele eder. Meraklı gözler otobüsün etrafını sarar. Garajdan eve varıp da sevdiklerini görünceye kadar, görüp konuştuklarıyla teselli olur insan. Eve doğru giderken, babamın ablam Karacasu’ya geleceği zamanki bekleyişi gözümün önüne gelir. Pencerenin önündeki divanda oturur, pencereye yaslanır ve gözleri yola uzanırdı. Beklemek sanki Karacasu’daki anne babalar için kaderdi.

 

Küçük yerde haber tez yayılır, gelen duyulmuştur. Komşuluk hukuku vardır, seviçler paylaşılır çoğalır, üzüntüler paylaşılır azalırdı. Gidene “uğurlar olaya” “Allah kavuştursuna” gidilir. Gelene “gözün aydına” gelinirdi. Bahçeden toplanan bir iki kilo meyveyle, inekten sağılan sütle, çayla, şekerle; çam sakızı çoban armağanı “hoş geldin” denirdi.

 

Memlekete varınca; hemen kendine döner dilim, kendim olurum. Meemet diye bilirler. Mehmet Ali desen komşumuz bile tanımayabilir. Anamın görür görmez gözünden ve Meemedim deyişinden dilinden okunurdu sevinci. Ellerini öperdim sarılıp.

 

Ana, baba, kardeşle içimdeki hasret sönünce, çarşıya da giderdim. Birilerini görmeyi umarak; kim var kim yok kahvelere bakardım. Gördüğüm ilkokul arkadaşlarımla ya bir merhaba ya da eski zamanlardan; nerdesin şimdi tarzından sohbet ederdik. Paylaşılan şeyler azalsa, yollar ayrılsa da; o günlerin hatırası yad edilir, tazelenirdi.

 

Döndüğünde her şey bıraktığın gibi kalsın istersin Herşey aynı gibidir ama aslında hiçbirşey aynı değildir. Geçen zaman herşeyin üstünü örtmüş, insanları eskitmiş ve yolları yenilemiştir. Yüzlerin manzarası değişmiştir ve tanıdık simalara benzer yeni simalar eklenmiştir.

 

Biz İstanbul’da yaşarken, memlekette de geçiyor an. Bir yerde geçerken zaman,  diğerinde ölüyor. Aklıma gelir hep gülerim, yeğenim çok küçüktü. Konya’dan bize geldiler. Aradan birkaç gün geçti. Baban nerde? diye sordum. “babam garajda el sallıyor” dedi. Hayat devam ediyor. Hiçbir şey bıraktığın gibi kalmıyor.

 

İnsanoğlu kuş misali bugün burda yarın orda. Gitmek dönmek ve dönmek gitmek içindir bizlere. Kavuşmak sevinci kelebek ömrü kadardı. Ayrılık yüzünden, kavuşmanın da kalmadı tadı.

 

Yolun ucu Neresi?

 

Bize bayram geldiği gibi, biz de bayrama gideriz, memlekettir gidecek yerimiz. Ne zaman tatil olsa ne zaman bayram gelse; yolun ucunda hep Karacasu var pergelin çivisi gibi sabit.

 

Gözden ırak olan gönülden de ırak. O yüzden arayı uzatmamak lazım. Ne kadar uzarsa gurbet ve ne kadar uzaksa yol, o kadar çoğalır aklında memleket. Yola çıkmak için salyangozların yağmuru beklediği gibi bekler. Her geçen günle beslenir özlem.  Zaman geçsin istendikçe, zaman da geçmemek için direnir.

 

İnsanın gözünü doyuran taş toprak mavi gök yeşil ağaç dağlar ….. büyük şehirde bunların yerinde beton var. Yolda yürürken bile toz toprak yer, içer, içimize çekeriz. Memlekette gözaltındasın kaybolamazsın ama istanbulda herkesin içinde tek başınasın ve göz önünde saklanırsın. Karacasu’da yalnızlık yok ama İstanbul’da yalnızlığın en kalabalık olduğu şehirde yaşıyoruz. Kalabalıklar içinde yalnız insanlar her geçen gün daha da kalabalıklaşıyor. Şehirlerde göze yakın gönülden uzaksın. Kapalı pencerelerden ışık sızmıyor. Elbise giymiş bedenler, gölgeler gibi geziniyor.. Sadece bir merhaba desen birine, gör başına neler geliyor. Kimse kimseyi tanımaz, kim kime dum duma yaşamak devam ediyor. İşte şehirlerin bu hali, bizim oraları daha güzel kılıyor.

 

Yine de, doyduğum yerde doğmadım, doğduğum yere doyamadım. Bir zaman sonra doyduğunla doğduğunun arası yol oluyor. İnsan yolun iki ucunda teselli buluyor. Çatal olur efelerin yüreği derlerdi de inanmazdım. Yaz gelince kış, kış gelince yaz; okul açılınca tatil, tatil olunca okul isteyen çocuklar gibi; İstanbul’a gelince Karacasu, Karacasu’ya gelince İstanbul’u arar oldum. Hatta Karacasu’da İstanbullu, İstanbul’da Karacasulu oluyorsun. Seç deseler seçemiyorsun.

 

Ayrılık Yola Dahil 

 

İpucu veriyorum. Hüzün, sonbahar ve sarı. Ayrılıktır bilmecenin cevabı. Kavuşmaya en uzak yer ayrılığın ilk anı. Yaşlılarda daha tesirlidir ayrılık anları “belki son defa görüyorum” duygusu yoğundur. Ama bunu dillendirmezler, akıllarından geçirmek istemezler.

 

Gezmeye giderken seviniriz. Hacca gönüllü gideriz. Yol gözümüzde büyümez. Ayrılık öyle mi? Hani kurbanlık koyun alırsın da, sürüden kopmak istemez, sürünür de kendiliğinden gelmez ya !  İşte öyle bir şey. Gurbete gönüllü gidilmez.

 

Gurbet kalanlı bölme; bölünen ben, bölen yollar, bölüm gittiğim yer, kalan memleket. Gidenin işi daha zordur. Giden her şeyden, kalan bir şeyden ayrılır.Türk filmlerinde gidene de, kalana da mecburiyet vardır. Bağlamanın tellerinden bir gurbet havası dökülür; yakar yandırır, susuz bırakır insanı:

“Bir yiğit gurbete gitse,

Gör başına neler gelir.

Garip sılayı andıkça,

Yaş gözüne dolar gelir.” Şair Kemalettin Kamu ne güzel anlatmıştır bu sahneyi; “Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içinde” diye başlayıp “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” dizeleriyle biten şiirinde.

 

Aşkı da ayrılığı da bilenler; ayrılığı aşka dahil ederler. Hani bir şarkının hatırına kasette ne varsa dinlenir. Hani mor rengi sevmesem de gökkuşağında güzeldir, Hani tuz atarlar pastanın hamuruna da o tuzla tadı gelir. İşte o şarkılar, o mor ve o tuz ayrılığın güzel yeridir. Hatırlamak, özlemek, beklemek, ayrılığın ayrılmaz parçasıdır.

 

Ayrılık ölümle kıyaslanır. Ayrılıkta gelen ağlar, giden ağlar. Ölmekte kalan ağlar. Gönül diliyle tarif eder ayrılığı türküler, hep bir mesaj verirler gizliden “acı da tatlıdır ama tadı acıdır”.….

 

“Kızıl gül olmayaydı sararıp solmayaydı

Bir ayrılık bir ölüm, heç biri olmayaydı”

 

“Ayrılık ayrılık aman ayrılık

Herbir dertten âlâ yaman ayrılık”

 

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim

Annemin yelkeni olsa açsa da gelse
Babamın bir atı olsa binse de gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

hem annemi hem babamı ben köyümü özledim”

 

“Kara gözlüm efkarlanma gül gayri

İbibikler öter ötmez ordayım

Mektubunda diyorsun ki gel gayri

Vatan borcu biter bitmez ordayım

………

Yatağıma yatar yatmaz ordayım”.

 

Bu son dizedeki duyguyu ben de yaşadım. Hatırlıyorum da; yatılı okulda aynı rüyayı çok görürdüm; bir duvardan atlardım ve Karacasu’da olurdum. Uyanınca okulda olduğumu anlar üzülürdüm. Bazen de yatılı okuldan izinli gelirdim. Ertesi sabah yatakta gözlerim kapalı, evde olduğumdan habersiz; etüd zili çalmasın isterdim. Gözlerimi açınca evde olduğumu anlar sevinirdim.

 

Eski Otobüslerde Yolculuk ..

 

Eskiler yol hikayeleri anlatır, deveyle atla eşekle…aylar süren hacca gidip dönmeler..hanlar, kervansaraylar, haramiler…şimdi hepsi masal gibi…

 

Yol parası bilirdik, öğrenciyiz derdik, indirim isterdik. Birini tanımak istersen beraber yola git denirdi. İşte bu atasözü yüzünden mecburen sohbet ederdik ! Şoför sigara içer, cemaat peşinden gider ve otobüsün içinde dumandan göz gözü görmezdi. Kimse bu duruma bir şey diyemezdi. Koltukların arkasındaki cep, kül tablası haline gelmişti. Zaten kül tablası varsa sigara içmek için sebepti ve  serbestti.

 

Otobüste naylon poşette su ikram edilirdi. Mola yerinde çaylar şirkettendi. O zamanlar şoförün soluna bile  adam binerdi. Şoförler yardımseverdi; farını yakar söndürür polisi ihbar ederdi. Ayaktaki yolcular eğilir; şoföre yardım ederdi. Arabesk zamanlardı, türk filmleri revaçtaydı. Otobüste videolar olurdu, vurdulu kırdılı. O yoksa muhakkak teybe kaset konurdu. Belki şoförde yoktur diye yolcular yeni çıkan kaseti yanında getirirdi.

 

Otogar manzarasında; peronlarda otobüsler dizili, emanetçi, biletçi, tost büfesi, servisler, muavinler, bağıran çağıran gelen giden uğurlayan ağlayıp sızlayan ne ararsan var. En çok çay içilirdi.Yanında simit, tost, gözleme vesaire yenirdi. Hediyelik eşya dükkanları her yörenin kendine göreydi; Aydın’da incir, Afyon’da kaymak, İzmit’te pişmaniye….

 

Hep eşekten inip ata bindik. O 302 otobüslerle başladık. Her sene daha iyisi çıktı ve biz hep iyisini seçtik.  Otobüste en iyi yer önde, en kötü yer teker üstündeydi. Kışın cam kenarında yanarsın, koridorda donarsın, ortası yok gibiydi. Vakitli vakitsiz rekabet edilirdi ama bize iyi gelirdi.

 

Muavinler tanıdık görünce muhabbet ederdi. Hiç aklımdan çıkmaz, ilkokuldan tanıdığım bir muavin İzmirden gelirken denk geldi. “Eeee, ne oldun gari Meemet, gaymakam olubildinmi bari” dedi. Ben de “Kontrolör oldum” deyince. “Yapma bee” dedi üzüldü. “Bi yolunu bulup trafik polisi olumadın mı” dedi…

 

Yaşamak, Zamanda Yolculuk..

 

Yolun sebebi var iş, aş, eş, askerlik, okumak, sağlık… Ya bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil denir ya; işte yetmez yetişemezse gidene yol verirdi memleket. Yollar çaresizliğin çaresidir. Çözüm yolla beraberdir. Yol medeniyettir.

 

Yol kültürün izlerini taşır, iz bırakır, Tren yolu ilk İzmir Aydın arasına yapılacağı zaman deveciler isyan etmiş, gerekirse Aydın’dan İzmir’e deve dizeriz demişler ama dinleyen olmamış.. Sonra Aydın’da tek tük kalan zenciler gibi; develer de eksilmiş. Belki de deve güreşleri bundan sonra kültürümüze girmiş. Ortaklar’da tren çok yavaş gittiğinden yolcular trenden inmeden alış veriş yaparmış. Ortaklar’da çöpşişçiler o zamandan kalmış. Şimdi de otaban nedeniyle yol eski önemini yitirince çöpşişçiler de zamana yenilmiş.

 

Yol bilen yol gören başkadır; yollar okuldur. Almanya’ya gider Almanyalı olur.  Hacca gider hacıdır. Kore’den dönen gazi artık Korelidir. Askere giden rütbesiyle döner gelir “onbaşı” “çavuş” adının önüne gelir. Gidip görmek itibar vesilesidir, sakalı varmış gibi sözü dinlenir.

 

Yol hayat olduğu kadar; hayat da yoldur. Yaşamak, zamanda yolculuk değil de nedir? Gönül gözü gören Aşık Veysel’in “gidiyorum gündüz gece” dediği “uzun ince bir yol” “o iki kapılı han” neresidir? Kalıcı değiliz yolcuyuz bu alemde, gün geçip gidiyor üstümüzden ağlasak da gülsek de.. Geçip giderken zaman, yollar arkadaşımdır benim, istesem de istemesem de. Zamana dur mu denir? Cemal Süreya’nın dediği gibi “akan zaman değil mesafelerdir”. Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın  ifadesiyle, “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında;/ Yekpare, geniş bir ânın,/ Parçalanmaz akışında.”

 

Zaman ilahi bir boyuttur. Geri vitesi yoktur. Şimdiki zamanlar uzar; yol gider, otobüs gider, sen gidersin. Araya mesafeler girer zamandan ve uzar mesafeler. Hayat eşittir gittiğin yol ve yolda geçen zaman. Pi sayısına benzer hayat; sonu yollar gibi uzayan ve bitmeden yarı yolda sonlanan. Her gidişin bir dönüşü olacaktır elbet. Elimizde bir kişilik bilet var, gidiş dönüş memleket.

 

Yukarıda yazılanlar, aşağıdaki şiirin anatomisidir.

 

Mehmet Ali ÇETİN

 

 

Memleketim

 

Sevdiğim yemekler

Tadını tuzunu bildiğim

Seslerin sahibi yüzler

Huyunu suyunu bildiğim

İlklerim sende rehin

Çocukluğum, gençliğim

Hey gidi gözünü sevdiğim

Memleketim, memleketim

 

Gökyüzü, dağlar, yıldızlar

Ucunu bucağını bildiğim

Karış karış gezdiğim

Alıştığım yerim, ezberim

Anam, babam, kardeşlerim

Sevdiğim, sevdiklerim

Aslında hepsi birlikte

Ahmedinden Mehmedine

Yedisinden yetmişine

Memleketim, memleketim

 

Geçiverdi sayılı günler

Yarın çekip gideceğim

Bir gözüm gördü seni

Bir gözüm görmedi daha

Yaklaştıkça uzayan yollar

Dökülsün peşimden sular

İki ileri bir geri gidiyor adımlar

Özleminin bile tadı var

Memleketim, memleketim

 

Anamın ağzından ninnim

Kucağından ilk indiğim

Ne sınır var ne duvar

Bakabildiğin yer kadar

Uzaktaki yakın yerim

Toprağına can verdiğim

Memleketim, memleketim

 

Doyduğum yer

Sana memleket dedim

Yine de açlığım, susuzluğum

Doğduğum yer, memleketim

Altın kafeste bülbül olsam

Yine de dikenim, memleketim

 

İstanbul. 2003, Mehmet Ali Çetin