Sizlerle Sayın Zülfü Livaneli’nin aşağıdaki yazısını paylaşmak istedim.
Ülkemiz ne çektiyse hep özgür düşünceyi geliştirememekten çekti. Bireyler olarak her insanın farklı düşüneceğini, tamamen farklı düşünceler sunan bir kişiyi yadırgamamız, kınamamamız gerektiğini, hatta farklı düşüncelerin bir toplum için ne kadar gerekli olduğunu öğrenemedik. Taraf olmak daha çok hoşumuza gitti. Nasıl olsa taraftarı olduğumuz düşünceler bize yeterdi. Bu yüzden de düşünmeye gerek kalmıyordu. Yazıyı bir de siz okuyun bakalım. Seveceğinizi umuyorum. Bu yazı için Sayın Livaneli’ye teşekkür ediyorum.
YAZILI METİN “Ne demişler: Eğer bir çekiçsen, bütün dünyayı bir çivi başı olarak görürsün! Aslında “şu günlerde” demem yanlış oldu. Çünkü bazıları 50 yıl, 60 yıl aynı yazıyı yazar. Hem de hiç değişiklik yapmadan. Türkiye’de konular bölüşülmüştür. Bazıları her gün orduyu yazar, bazıları her gün hükümeti. Peki bağımsız bir kafa olarak birkaç gün askerin rejimdeki yanlış rolüne, ülkeyi yönetme hevesine karşı çıksan ama ertesi gün de hükümetin yanlış politikalarını eleştirsen olmaz mı? Olmaaaaaaz! Çünkü yandaşlıklar, arkadaşlıklar, cemaatler bozulur. Türk aydını dediğin ille de bir sürü içinde yer almalıdır. Çetesi dağılırsa kendisini güvensiz, mutsuz hisseder. Bu yüzden de bu ülkeden yalnızlığı göze alan bir Jean Paul Sartre, bir Gramsci, bir Mayakovski, bir Attila Josef zor çıkar. Kafasını bir partiye, bir ideolojiye, bir tarikata kiralamamış aydın sayısı çok ama çok azdır. Çünkü bunu yapmak ve hemen hemen herkesi karşısına almak büyük bir özveri ve korkunç bir aydın namusu gerektirir. Okurların çoğu da bu durumda olduğu için hiçbir sürprizden hoşlanmazlar. Herkes kendi yazarını seçer. İster ki bu yazar kendisini hiç şaşırtmasın, kafasında “acaba”lar uyandırmasın, kendi kızdığı çevreye sövsün ve sevdiklerini övsün. Bir çeşit terapidir bu. Sabah gazeteyi açıp “Ohh amma da geçirmiş. Hay ellerin dert görmesin!” diyeceği yazar arar. Bu yüzden de bu ülkede gazete yazarlığı büyük ölçüde bilgiye, analize, sezgiye, olasılıklara dayanmaz. Okur İvedik’leştikçe, karşısında yeni Recepler görmek istiyor. Yani alan razı veren razı. “Ayyy falanca yazara bayılıyorum, bugün yine ne güzel döktürmüş” diyenlere sormak geliyor içimden. “Peki bu yazıdan bilmediğin ne öğrendin, hangi olaya yeni bir açıyla yaklaştın, düşünce biçiminde ne gibi değişiklikler oldu? Bu yazı hayatı algılamana hangi derinliği kazandırdı?” Elbette soramam bu soruları ama sorsam alacağım cevabı da bilirim. İnsanlar yazarlardan böyle şeyler beklemez ki. “Ohhh ne güzel geçirmiş!” terapisi ve bir iki espri dışında bir talebi yoktur onun. *** Elbette bu yazının benim de her gün severek okuduğum, bir şeyler öğrendiğim, bağımsız yazarlar ve bunları okuyanlarla ilgisi yok. Sadece genel bir lümpenleşme eğilimine dikkat çekiyorum. Bu ülkede her şey lümpenleşirken, basın ve aydınlar da bundan nasibini alıyor elbette. ÖZELEŞTİRİ: Baksanıza alışıldığı üzere, rahat okunsun diye ben de her cümleyi alt alta diziyorum. Oysa hiçbir ülkede böyle mısra mısra yazı yazılmaz. Paragraf paragraf yazılır. Ne demişti Ortega Y Gasset: “Ben kendimin ve çevremin ortalamasıyım.” Ayrıca başlıktaki “yazılı metin” sözünü de yanlışlığa dikkat çekmek için kasten koydum. Yazılı metin denmez, yanlıştır çünkü yazısız metin olmaz. Neyse bu yazıyı okuyorsanız zaten bunları biliyorsunuz demektir. Ötekilerin ise böyle kafa karıştırıcı şeylere ihtiyacı yok!” Zülfü Livaneli 9.02.2010 tarihli Vatan gazetesinden |