0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

Üreten Herkese

Aşağıdaki mektubu iki yıl önce yazmışım. Sabahleyin okuduğumda içim bir sevinçle doldu. Mektubun güncelliğini koruduğunu düşündüm. Bilimi, araştırmayı, iş yapıp üretmeyi seven büütün dostlara armağan etmek istedim.

Sitemizin ana sayfasında gördüğünüz fotoğraf çalışması da kasabamızın değerli fotoğrafçısı Mutlu Yılmaz’a aittir. Bu üretimi için onu da selamlıyoruz.

Saygılarımla, özlemlerimle.

26 Ocak 2010,Aydın

 

 

Değerli Yıldız Duman Ercan,

Sana mektup yazacağımı söylemiştim. Bugüne kadar yazamadım. Sebebini ne sen sor ne ben anlatayım. Yaşlılık ve onun getirdiği problemlerle akıp giden zamanı istediğim gibi kullanamıyorum bazen.

Bilmem sen de farkındasındır yaşlılık sözcüğünü kullanmayı pek sevmem. Bilgelik için yaşlılık ne kadar gerekirse günlük yaşamı sürdürebilmek için o kadar da tuzaklar hazırlar insana yaşlılık. Bu sebeple bazen mektuplar geciktirilir bazen yaşam durmuşçasına inadına ağır bir şekilde sürdürülür. İnsan kendini sonbaharın sarı, çürümüş yapraklarla dolu bahçesinde dolaşan yalnız bir insan gibi hisseder.

Yukarıda yazdıklarım çok karamsar bir anlatım olsa da bu hâlin gerçekle yüksek bir oranla örtüştüğünü söyleyebilirim; ancak insan denilen varlığın öyle savunma mekanizmaları var ki bu hâllere karşı yeni savunma mekanizmaları geliştirebiliyor iç dünyasında.

Kitaplar, sizin gibi dostlar sayesinde ve insanın kendi entelektüel birikimi oranında zorlukları aşmak mümkün olabiliyor.

Gönderilen bir ileti, bir armağan, verilen bir selam, bir hâl hatır sorma bir merhem gibi iç yarasını sarıyor insanın. Bunları bildiğim için özellikle, zorluklarla uğraştığını bildiğim insanlara pozitif ifadelerle yaklaşıyorum ve davranışlarımı da mümkün olduğu kadar sevecenleştiriyorum. Kendi empatimin  gereğini hemen yapmak istiyorum. Bir küçük mum olup ısıtmak istiyorum etrafımı.

Niyet bu, seçilen yol bu.

Bunda başarılı olduğumdan çok başarmak isteğimin varlığından eminim. Yani yaptığımla değil de yapmak istediğimle avunuyorum diyebilirim.

İnsanın bu zor koşullar içinde güzel sanatlardan; sinemadan, müzikten, resimden, yontudan ve de edebiyattan kana kana beslenmesi gerekiyor. Hele hele  edebiyat dünyasını süsleyen  romanlar, şiirler insanın dramını yine insana ne kadar güzel sunuyor. İnsan,  bir romanda tipler ve karakterler içinde mutlaka kendisine benzeyeni   buluyor ve onun dramıyla veya trajedisiyle kendi yaşamı arasında köprüler kuruyor ve o köprüden romanın veya şiirin dünyasına defalarca gidip geliyor. Şiirlerin, öykülerin içinde kendine yeni arkadaşlar, yeni dostlar, yeni aileler ve ortak duygular buluyor. Durmadan çırpınan ruhumuz yeni dalgaları bu eserlerde bulsa da o dalgalarla kendi çırpınmalarını sakinleştirebiliyor.

Büyülü ve insanüstü bir yaratı olan şiir ruhumuzun derin köşelerinde bir can suyu gibi damlayıp duruyor. Şiirsiz, romansız, müziksiz… bir dünya düşünemiyorum.  Babamın beni okutmasına da en çok;  ama en çok bunları hissettiğim zaman seviniyorum. “Ya okumasaydım ne olurdu?” dediğimde de ürperiyorum.

Fark etmenin büyüsünü, şaşırtıcılığını hissedebilmemi okumama borçlu olduğumu düşünürüm. Fark eden ruh, fark eden göz, fark eden el, fark eden dil…olabilmek ne kadar büyük servettir! İsa’dan önce Pirien(Söke Güllübahçe)de yaşayan   Bias: “Çok dinle, yerinde konuş, ölçüyü kaçırma.”diyordu. Atinalı Solon: “Ölçü en iyi şey.” diyordu. Ispartalı Khilion: “Tutkularını dizginle. Ölçülü ol.” diyordu. Bunlardan ayrı olarak Lesboslu Pittakos, Rodoslu Kleobulos, Korinthoslu Periandros, Miletli Thales aynı şeyi söylüyorlardı Mutluluk için ön koşul olarak dengeli olmayı şart koşan ve evrenin niçin yaratıldığı sorusunun yanıtsızlığı karşısında hüzünlenen bu yedi bilge bunları yaparken  Yedi Arap ozanı da İ.S. VI. yüzyılda  yani bu 7 bilgeden 1200 yıl sonra atlarını, develerini öven şiirler yazıyorlardı.

Yaşama sinen ters renkleri, ters ışıkları, zıt düşünceleri fark etmek daha başka söylersek ne olduğumuzu, niçin olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini, yolumuzu, izimizi  fark etmek erdemlerin en yücesi. Hele hele fark ederek ve fark etmenin huzursuzluğunu bir  bardak şarap esrikliğinde yaşayabilmek yaşamların da bence en soylusu.

İnsanın ben her şeyi fark ediyorum, demesi deli saçması olur. Ama minicik bir fark ediş bile insanı bir ömür boyu esrikleştirmeye yetiyor artıyor bile.

Neden bunları yazdım?

Nerelerden nerelere gelip de sözü sana getirmem gerektiğini anlamışsındır herhâlde! Bilirsin sen de fark eden gözlere, fark ettiklerini de tuvale aktarabilen ellere sahipsin. Bazen iç dünyandaki masum denizlerde büyük fırtınalar oluşuyor. Çalkalanıp duruyor ruhun o denizlerde. Bazen, için bir ürpermeyle dolduğunda, dalgaların sadmelerinden yılar gibi olduğunda seni anlayan limanlar arıyorsun. Ama içindeki okyanuslara doğru yelken açmaktan da hiç vazgeçmiyorsun. Bir kere fark ettin  ya  ötelerdeki pırıltıyı, işte odur fark etmenin gizi, acısı, neşesi ve de azmi.

Yaşamımda fark ettiğim en önemli şey fark etme gücümün okuduğumla doğru orantılı olmasını anlamamdır. Yine diyorum ki okumasaydım fark edemezdim . Suyun rengini fark ederdim, biberin acısını, doğanın yeşilini fark ederdim. Ama  mermeri delen su  veya dünya gözüme kaçtı  söyleyişlerindeki inceliği inan ki fark edemezdim. Bana gönderdiğin şiirindeki : “İçimde iyi güzel/Kurşuna dizildi/Yeni yeni kapanıyor yaralarım…Gözyaşlarım incitmesin seni/Onlar  ak yelkenliler şimdi.”  söyleyişleri de senin fark edişlerin.

Mektubunda bu fark edişini sağlayan babandan ve annenden, onların soylu özverilerinden söz ediyorsun.

Ben, köylerden kasabalardan halk çocuklarını yeteneklerine göre seçip de onları kendi okullarında  ücretsiz okutup tekrar halkın içine gönderen Cumhuriyetimize fark etmede bize sağladığı olanaklar için hep şükran duyarım. O bakımdan benim kuşağım için devlet bilgi, iş aş, bilinç demektir.

Bugünlerde Bir Arkeologun Anıları isimli bir kitap okudum. Kitapta 1939’da Kayseri’nin bir köyünde doğan bir çocuğun yaşam öyküsü kendi ağzından anlatılıyor. Kitap 1945’lerin Anadolu köylerindeki yaşamından zengin sahneler sunuyor bize. Cumhuriyet’le birlikte köylerden çıkıp şehirlere, okullara şırıl şırıl akan Anadolu’nun fakir çocuklarının okuyarak değişmelerinin muhteşem bir örneği bu kitapta var. Kitabı bir sabah okumaya başladım akşama kadar hiç kalkmadan okuyup bitirdim.

Biliyor musun o Kayserili çocuk en sonunda Aydın’ın, Erzurum’un, Mardin’in kültür müdürü oluyor.  Yaşasın Cumhuriyet diyor insan.

Böyle bir değişimin içinde bulunmuş ve birbirinin elinden tutmuş kahramanların örnekleri de var o kitapta. Hamallık yapan bir delikanlıya defter bulunmadığı için ambalaj kâğıtlarından defterler yapan ve ardından: “ Aman ha akşam okuluna  git “ diyen  Fahri ağabeyler var.

Bir neslin hikâyesi, birbirine benzeyen binlerce güzel hikâyenin birleşiminden oluşur.

Senin deyişinle benim sana el uzatışım senin de başka bir öğrenciye el uzatışın aslında bu binlerce  öykü içinden  bir ikisidir sadece. Ana olayın ortak olduğu bu binlerce öykünün kahramanlarının yüreklerinden bir diğer yüreğe dağ pınarlarının suları kadar berrak, şırıl şırıl bir ince su akar. Her damla aktığı yerde renkli kır çiçeklerini yeşertir.

Yaşam şarkılarımızın en  azından nakaratları bir. İkimizde bir nakaratta tüm gücümüzle ve uyumumuzla birleşiyoruz. Öğrenmek ve başarmak, sanatı ve bilimi sevmek konularında aynı frekanslardayız. Onun için bu mektubu sana yazarken paylaşmanın huzurunu duyuyorum. Ülkemize farklılığı seven, özgüveni yüksek, bilim sevdalısı öğrenciler yetiştireceğine olan güvenimin rahatlığını yaşıyorum.

Kurguladığın, yazdığın, çizdiğin nihayet ürettiğin için takdirlerimi tekrar sunuyorum.

Sıkça aradığın, empatin için de teşekkürler ediyorum.

Saygılarımla.