ŞU TELEVİZYON DİZİLERİ!
Bir günün akşam rahatlığı içinde televizyon seyrediyorum. Bir dizi seyrettiğimi, Aşk-ı Memnu’nun rüzgârına kapılmış bir uçurtma olduğumu sanmayın sakın. Zaten dizilerin %90’ını sevmiyorum. Pek çoğu bizden uzak mekânlar, bize yabancı insanlarla dolu. Al birini vur ötekisine. Mesela bir köy kahvesinde çekilmiş sahne ile bizim Karacasu veya Geyre kahveleri birbirine benziyor mu bir bakın. O dizilerdeki köylülerle, taksicilerle, ev kadınlarıyla, genç kızlarla etrafınızdaki eşdeşlerine baktığınızda gerçeklik açısından bir özdeşlik kuramazsınız. Boyalı, yapay, ve daima yavaş seyreden bir hayali hayat sunuyorlar bize. Oysa güzel sanatlar bize: “insanı insana; insanca ve estetik olgunlukla” sunar. Dizilerde; kendimizin, köylümüzün, gençlerimizin, aşklarımızın, nefretlerimizin, acılarımızın, yalnızlıklarımızın… bize öyle anlatılması gerekir ki “İşte beni anlatmışlar. Şu koca şehirde benim yalnızlığımı anlattı sanki. Aa, dizideki şu bakkal var ya aynı bizim bakkalın huyunda…” gibi yakınlıklar kurabilmeliyiz seyrettiklerimizle. İnsanın, ne kadar estetik ve reel anlatıldığını görebilmeliyiz ekranlarda. Bilmiyorum, siz ne düşünürsünüz? Ben böyle düşünüyorum. Sizler de bir düşünün bakalım. Söze televizyon seyrettiğimi söyleyerek başlamıştım ya bazılarınız da : “ Peki kardeşim sen neyi seyrediyorsun?” diyebilir. Söyleyeceğim. Zaten yazıya da bu vesile ile başladım. İster TRT 1’de, ister Habertürk’te, İster Skytürk’te, ister TV 8‘de olsun yani hangisinde olursa olsun gezi programlarını doya doya seyrediyorum. Ekranın önünde kuruluyorum, gidemediğim göremediğim yerlerin sokaklarında, kıyılarında, müzelerinde… sunucunun peşine takılıp geziyorum. Bu gezi sofrasından bir aralar bir iki doyumsuz lezzet tatmıştım. Mesela Karadeniz gezimi ve 10 günlük bir yurt dışı gezimi hiç mi hiç unutamam. Hele hele yurt dışından o kadar etkilenmiştim ki bir uzun süre yazı yazamamıştım. Bir yanlarım acımıştı. Bir burukluk kaplamıştı içimi. Sanmayın ki caddelere, parklara, alış veriş merkezlerine… bakıp da canım sıkılmıştı. “Aa, adamlar ne yapmışlar, caddelere bak kardeşim!” gibisinden şeyler değildi benimki. Bugün seyrettiğim televizyonun gezi programındaki sunucu Paris’i gezdiriyor. Paris’te, 1870’de, 12 dönümlük bir alan üzerine yapılmış ve sahnesinde aynı anda 500 sanatçıyı sunabilen opera binasını gösteriyor. Sonra gidiyor müzik okulunun 1900’de yapıldığını söyleyerek okulu n içini ve bir dersin yapılışını gösteriyor. Onlarca sanat galerisinden ikisine girerek sanat galerilerinin içini ve buralardaki eserlerden bazı örnekleri gösteriyor. Ve sanat coşkusuyla: “Beni bırakın buraya, bir hafta sonra alın.” diyor sanata düşkünlüğünü anlatmak için. Bizim yurt dışı gezimizde de, Viyana’da rehberimiz bize bu kentte 100 müze 100 tiyatro var demişti de 45 kişilik kafilemiz şaşkınlık içinde kalmıştı. Mesela Prag’da kentin büyük bir kısmı açık müze gibi. Bir Floransa kentine sinen bilim ve güzel sanatların büyülü havasını solumamak mümkün değil. Bugün televizyondaki sunucumuz da benim gibi Batı denilen uygarlığın bilim ve sanattaki muhteşem başarısını görüyordu. Onun da içi buruktu. Anlıyordum onu. Çünkü Karlovy Vary denilen bir ılıca kasabasında 150 yıllık oya gibi işlenmiş otelleri görünce 150 yıl öncesi Anadolu bozkırlarını düşünmeden edemiyor insan! Bir neslin niçin bilim, teknik ve kültür dediğini niçin daha hızlı diye çırpındıklarını anlamamak mümkün değildi. Bunları ne kadar içten yazdığımı bilmenizi isterim. Sizinle sıcacık duygularımı, doğru bildiğim şeyleri paylaşmak istedim, inanın. Yazımla ilkel tartışmalara zemin hazırlamak istemedim. Sadece basit bir şekilde, bizim dışımızda da bir dünya var, demek istedim. Onların içinde çok çalışmışları var. Çok zengin olmuşları var. Ama en güzeli resimde, müzikte, yontuda, mimaride, sinemada, edebiyatta yani güzel sanatlarda çok çokk ileri gitmişleri var, demek istedim. Şu dizilerin yozlarından başımızı kaldırsak da bir de başka dünyalara baksak demek istedim sadece. Böyle bir fırsat da hepimiz için televizyon programlarında var, diyorum sizlere. |
|