Değerli Hocam,
Son günlerde yaşanan olaylarla ilgili ilk bilgileri sitenizden aldım. Saygı, selam ve teşekkürlerimle… Mehmet Ali ÇETİN
Ben Sayısalcıyım Abi Ülkenin dört bir yanında kötü olaylar oldu, olmaya devam ediyor. İnsanlar idam cezasının geri gelmesini hararetle tartışıyor, yurt genelinde imzalar toplanıyor. Neler oluyor? Biz olanların neresindeyiz? Karacasu gibi kendi halinde, sapa bir yerde, bu tür olayların en son yaşanacağı yerde saklı Karacasu ilçemize de ulaşınca, farkettim ki; ateş düştüğü yeri yakıyor, olaylar kendisini ilgilendirinceye kadar, insanlar üç maymunu oynuyor. İstanbul’da birine adres sorsan, karşılığı yok diye söyleyen olmuyor, bilmiyorum deyip geçiyor. Biri yere düşüp kalkamasa; kimse yardımına koşmuyor, ilgilenmiyor. İlgilenip yardım eden, hastaneye götüren ise; o gün işe gitmemeyi, patronundan azar işitmeyi, karakolda ifade vermeyi, hastane masraflarını üstlenmeyi ve dahi suçun üstüne kalma riskini … her şeyi göze alıyor. Ne hale geldik? Güzel değerlerimiz ne çabuk eskidi? Nasıl bu kadar hızlı değiştik? Biz böyle miydik? diye düşünmekten insan kendini alamıyor. Hayvan seven, çiçek, çocuk, şiir seven birinden zarar gelmez diyorduk. Vurdusuz, kırdısız, ne güzel çizgi filmler seyrediyorduk. Şimdi bakıyorum da duygudan yoksun, robotlaşan, makineleşen, cani ruhlu insanlar üretiyor bu devir. Eskiden tek tük olan olaylar, her gün televizyon ekranlarını dolduruyor. Bencil değil maddiyatçı ve ben merkezli bir gençlik yetişiyor. Filmlerde olur bunlar dediğimiz olaylar günlük hayatımıza girdi. İyi yaşayabilmek için öldürmenin hak görüldüğü bir zamana girdik, hızla ilerliyoruz. Para, maddiyat her şey oldu, maneviyatın bir değeri kalmadı. Hayvanın sakatatlarından yem yaptık; ot yiyen hayvan et yer oldu, deli dana ürettik, hormon da ekledik eti bozuldu. Sütüne su kattık sütü bozuldu. Tavuk çiftliği kurduk, tavukları kutu kadar yere hapsettik, iki yumurta için tavuğa geceyi gündüzü haram ettik, eti de yumurtası da bozuldu. Şurup yaptık şeker bozuldu, arıya şeker yedirdik bal bozuldu. Sebzenin meyvenin genini değiştirdik, hormon verdik ne şekli kaldı, ne kokusu, ne de tohumu. Pazarda organik pahalı satılıyor diye anlamını bile bilmeyen pazarcı, her sebzenin üstüne organik yazmış koymuş. Bozulma artarak da devam ediyor. Üç kuruşa tamah edenler para için her şey alındı, satıldı. İnsan bozulmamış olsa bunlar olur mu? İnsanlığın bu günlere taşıyıp getirdiği mirası olan; ahlaki, insani, manevi değerlerden ve milletimizin sahip olduğu erdemlerden yoksun bir gençlik yetişiyor. Yoksundan da öte bihaber bir gençlik. Belki bu çağın getirdiği bir hastalık, belki de çağın gereği. Bu gençlerin bu durumunda bizim de bir payımız var mı? Yapmamız gerekip de yapmadığımız bir şey var mı? Diye biz de kendimize sormalı mıyız? Aynı toplumun içinde yaşıyor, aynı sosyal hayatı paylaşıyoruz. Aynı hayat trafiğini paylaşıyoruz, bu yüzden birbirimizi ilgilendiriyoruz. Yola bir kişi alkollü çıksa; sadece o değil hepimiz tehlikeye giriyoruz, sorun hepimizin sorunu oluyor. Yer üstü zenginliğimiz çocuklarımız hepsi işlenmesi gereken birer elmas. “Ağaç yaşken eğilir” denirdi. Öğretmenlerimize “eti senin kemiği benim” denirdi. Şimdi öğrenciler, kreşe verir gibi okula gönderiliyor. Müşteri her zaman haklı deniyor. Veli toplantılarına gelmeyen, çağırsan bile okula uğramayan ailesi; bırakın kulağını çekmeyi, yan baktı diye öğretmene hesap sormaya geliyor. Hiperaktif çocuğumuzu hasta değil dedik, kimseyi dinlemedik, iş işten geçinceye kadar kabul etmedik; asıl ihtiyacı olan doktoru bile ondan esirgedik. Kendi sorunlarımızın çekisini onlara yükledik. Kaynaştırma deyip bir sınıfın eğitim öğretim hakkı neden elinden alınıyor? Sonra da seviye belirleme sınavı deyip neden lisede ayrıma tabi tutuluyor? Kötü neden iyiye hükmediyor? Buna nasıl izin veriliyor? Bir çürük elmanın bir kasa elmayı nasıl çürüttüğünü bilirsiniz… bunlar saya saya bitmez ki. Sonra da, okulda yapmadığını bırakmayan çocuklar, öğretmeninin değerini neden 20-25 yaşlarına geldiğinde anlıyor. Demek ki aklı yeni eriyor, özünde kötülük yok. Çocukların ekmek su kadar sevgiye ilgiye ihtiyaçları var. Sevilmeyen sevmez, sevmek nedir bilmez. Babası, çocuğun kabahati oluyor, müdürden kurtarıyor; suç işliyor karakoldan kurtarıyor. Ta ki kurtarmaya gücünün yetmeyeceği bir suç işleyene kadar, bu devam ediyor. Öğrencinin ödevini hep babasının annesinin yapıvermesi, öğrenciye yardım ediyoruz sanırken ödev yapmamayı öğretmek değil mi? Aklı ermiyor sandığın, küçücük bebeği bile kucağa alıştır da; gör bakalım neler oluyor. Ağlamasın sussun yeter ki rahat edelim diye her istediğini veriyoruz, onu ağlayarak istemeye alıştırıyoruz. Çocuk alıştığından nasıl geri kalır? O ne isterse yapmak görevimiz haline geliyor. Üstelik sonra , kötülük yapmana da gerek yok, iyilik yapmayı kes kötü olursun. Biz annemizden babamızdan görmedik deyip; ne istediyse alınan doyumsuz çocuklar yetişti. Ne istediyse vermek, ne yaptıysa kabullenmek, korumak, sevmek, sahip çıkıp ilgilenmek sanıldı. Yardım ediyoruz, iyilik yapıyoruz derken aslında kötülük yaptığımızın farkında olamadık. Ayakları üstünde dik duramayan, mezun olup elinden hiçbir iş gelmeyen ve “ne iş olursa yaparım” diyen çocuklar kimin eseri. Hatta 25 yaşındaki adamları hâlen çocuk yapan, büyütmeyen kimler? Onlar kendileri büyümedi! Biz elimizden geleni yaptık diyebilir miyiz? Zamanın, televizyonun, internetin, eğitim sisteminin, çevrenin ….etkisi de var ama; bu gençler uzaydan gelmedi, biz büyükler yetiştirdik. Bilgi yarışmaları var televizyonlarda. Kimse ne bildiğini biliyor, ne de bilmediğini. Bu kadar sıkı eğitim öğretim var ama sadece malumat ediniyoruz. Eskiler “Yarım hekim candan, yarım hakim maldan, yarım imam imandan e der “ demişler. 100 tane yarım yarım fıkra biliyoruz ama güldürmek için bir tam fıkra bilmek gerek. 10 yıl İngilizce dersinden geçer not alıp, mezun olunuyor ama kimse İngilizce bilmiyor. Sadece sınav kazanmak amacıyla; her şeyi verelim, her şeyden biraz bilsinler, derken bir şey veremiyoruz. Kötüsü bunun farkında da değiliz. Biz böyle miydik, bizim zamanımızda şöyleydi, böyleydi demek kolay ama yapmak zor. Elinde sigara yanarken, “Oğlum bak işte benim halimi gör sakın sigara içme” diyen babadan çocuğun öğrendiği nedir? yaptığımı değil dediğimi yap demiş oluyor kendince. Bence çocuk ; kendi sigara içerken, çocuğuna sakın sen içme demeyi öğrenmiş oluyor. Hep vur abalıya değil tabi. Hırsızın hiç mi suçu yok. Konu bir taraftan da herkese sen de haklısın dedirtecek çok yönlü bir konu. Çocukluk temeli üzerine bina olur insanın hayatı. Orada ne edinirse odur. Hani eskiler der ya; “yedisinde neyse yetmişinde de odur” diye. Çocukluk gibi en güzel duyguların yaşandığı depolandığı ve alışkanlıkların edinildiği duygularını biz mi sakladık onlardan? Sınava hazırlanmaktan, çocukluklarını yaşayamadılar, çocukluğunu ellerinden aldık? Yarınlarını hazırlamaya çalışırken yarınlarını da ellerinden aldık? Acaba çocukları çok mu kendi başlarına bıraktık? Kaş yapalım derken göz mü çıkardık? gibi sorulara gönül rahatlığıyla cevap verebiliyor muyuz? Cep telefonu aldık, bilgisayarda her yeri serbest bıraktık. Televizyonlarda, internette, utanmayı kaldırdık. Bütün aile birbirimize yabancılaştık. Yaşını doldurmadan direksiyona geçirdik, araba aldık. Aşırı sürat yapmasına zemin hazırladık. Kaza yapınca suçu çocuğa attık ama aslında kim suçlu? Onların arkadaşları varken biz anne babalar çocuklarımızla arkadaşlık yaptık, onları anne babasız bıraktık. Eline parayı verdik boş bıraktık, nereye gidiyor? Arkadaşları kim? Ne okuyor? Gece 1-2 de geldi nerdeydin? demedik. Günde 5 dakika zaman ayırıp iki çift laflamadık. Sorun getirmesinler de ne yaparlarsa yapsınlar dedik. Saldım çayıra mevlam kayıra olmaz ki! Geleceğin büyüğü değil mi çocuklar. Çocuk bu tamam; her şeye itiraz eder, ilkokulda istiklal marşında güler, topu yola kaçar peşinden koşar, üniversitede düzene isyan eder … bunlar çocuk olduğunu gösterir, yapmaması anormal gibidir. Bize düşen bunları kabullenip, çocuğun yola koşacağını bilip hızımızı ona göre ayarlamak, yola hız kesici koymak. O zaman işimiz daha kolay olur. Geçenlerde televizyonda üniversite öğrencilerine; Çanakkale Savaşı kimler arasında, ne zaman oldu? gibi sorular soruluyordu. İnternetten röportajın dökümünü de buldum sonradan. Hemen hemen hepsi birbirini aratmayacak trajediyi gözler önüne seren cevaplardan, çarpıcı bir tanesi şöyleydi. “Ben sayısalcıyım abi” Geleceğimizi gençlere emanet ediyoruz da, geçmişimizi aktarabiliyor muyuz onlara. Bunda ne kadar başarılıyız. Biz elimizden kayıp giden bu gençlik için, karınca kararınca bir şey yapamaz mıyız? Bir şey yapabilsek hiçbir şey yapmamaktan iyi değil mi? Herkesin yapabileceği bir şeyler muhakkak vardır. Armut piş ağzıma düş kolaycılığına kaçıyor herkes, kısa yoldan köşe dönme peşinde. Kimse iki almadan bir vermek istemiyor. Çalışıp çabalamadan kazanmak erdemin yerini aldı. Hal bu ki gerçek hayatta bilgisayardaki gibi kısa yol tuşu yok. Ekmeden biçmek istiyoruz. Çocuklar da öyle, vermeden almak mümkün mü? Nasıl ki yazılı yaparken öğretmediğimiz yerden sormuyoruz. Saygı sevgi öğrenmeliler ki, onlardan da bekleyelim, gelecek nesillere de öğretsinler. İhtiyaçlar çoğaldıkça muhtaçlar da çoğaldı. Kanaat azaldı. Eskiden ekmek su hava ihtiyaçtı. Yaşamak için olmazsa olmazlarımız o kadar çoğaldı ki. Şimdi gördüğü her şey insan için ihtiyaç. Azla yetinirken, çok yetmez oldu. Azla mutlu olurduk, çokla mutsuz oluyoruz. Devir kendi çocuklarını üretiyor, biz seyirci kalıyoruz. Sonra da geçmişi özlüyoruz. Zararın neresinden dönülse kardır. İyi yetişen yok mu peki. Tabi ki var ama onlar zaten iyi ve azınlık durumundalar. Ben sadece bu hususu duyarlı biri olarak sizinle paylaşmak istedim. Şimdi maalesef bir yüzünden kötümser bakmak zamanı; İstanbul’dan bakınca görünen durum bu. Hırsız kilitten bir adım ileride. Kötü iyiden bir adım önde bu devirde. Buna rağmen iyiler elinden geleni yapmalı. Bir şey yapmamanın yüküyle göçüp gitmemeli. Zor olanı seçip, bana dokunmayan yılan bin yaşasın dememeli. Bu konuda umudunu hiç yitirmemeli. Bu bir insanlık görevi değil mi? Unutmamak gerekir ki; umudunu yitiren inancını da yitirir. Gittiğimiz yol yol değil. Bu gidişe dur diyecek olan biziz. İğneyi kendimize batırırsak, çuvaldızı kimseye batıramayız. Uçaklarda hava basıncıyla ilgili bir tehlike anında üstten maskeler düşer. Hostes o maskeleri önce kendinize sonra çocuğa takın diye uçuştan önce uyarır. Ters söylüyor gibi gelir insana hep. Düşününce anlıyorsunuz ki, önce kendi maskemizi takıp kendimizi kurtarmalıyız, çünkü çocuğu da kurtaracak olan biziz. Mehmet Ali ÇETİN |
|