0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

ÖZEL BİR KARACASULU:EFE SARP

Efe Sarp ile ilgili bir yazı yazmadan edemezdim. Sosyal medyada çok insanî gerekçelerle ve duygularla yazılan onlarca yazının içinde Efe’ye ait özel bir yazı olsun ve her şey durulduktan sonra okunsun diye yazımı bugünlere kadar beklettim.

Neyi anlatmalıydım, neyi ön plana çıkarmalıydım konusunda zorluk çekmedim değil. Efe Sarp’ın o kadar çok anlatılabilecek özelliği vardı ki nereden başlamak gerektiği yazana güçlük çıkarırdı ve yazıyı sınırlamak, odaklamak mümkün olmayabilirdi.

Öğrenim zenginliği, entelektüel birikimi, mesleki duruşu, sonsuz vatan sevgisi, eylemleri, Karacasu sevgisi, aile tutkusu,  insan sevgisi, yardımlaşma tutkusu, özverili olması veeeee sevgilisi dağlar dağlar…

Bu kadar zengin kişilik özelliklerinden benim bizzat gözlediklerimi ve sonradan okuyarak öğrendiğim özelliklerini anlatmak daha doğru olacak herhâlde.

Efe, beni Karacasu kültürüne dair yazdıklarıma, uzumunkurusu.com sitesine bakarak tanımış.

Yaylada buldu beni. Yanıma geldi kendini tanıttı. Çay içtik, konuştuk. O gün efelik, Çakırcalı Mehmet Efe, Demirci Mehmet Efe üzerine konuştuk. Daha çok ben dinledim. Hızla konuşuyordu. EFE kavramına yeni açılımlar getiriyordu. Efelik olayına diyalektik açıdan bakıyor ve EFELİK böyle anlatılmalı diye ısrar ediyordu.

 

Şalvarı şaltak Osmanlı

Eğeri kaltak Osmanlı

Ekende yok, dikende yok

Yemede ortak Osmanlı,  diyordu.

 

Efelik olayına ekonomik düzenin bozuluşundan, üretim ilişkilerinden, ağalık düzeninden, ekonomik paylaşımın biçiminden söz ederek bakıyordu.

Karacasu dağlarını babasının öncülüğünde adım adım gezmişti. Efelerin yürüyüş şekillerini, Karıncalıdağ’da Çakıcı’nın gezdiği, saklandığı yerleri, efe töresini biliyordu Çakırcalı Efe ve Atatürk onun kahramanlarıydı. Boş vakitlerinde dağlarda gezinmek, hafif hafif tıngırdattığı bağlamasıyla Ege türküleri çalmaktı en büyük hayali ve mutluluğu.

Dinledim, dinledim. Efe soluklanınca şunları söyledim:

-Efecim. Bu konuda yazan Ethem Oruç Bey var. Onun efelikle ilgili hayli kitabı var. Bu konuda ünlendi de. O kitaplardan bazılarını okuduğunu da söyledin. Sen yepyeni, farklı bir ses getiriyorsun. Farklı bir açıdan bakıp farklı şeyler anlatıyorsun. Bunlar çok ilginç ve orijinal. Bunları bir dergide ufak ufak yazmaya başla. Yazmazsan hem kendine hem de efelik bilgilerine haksızlılık etmiş olursun.

O zamanları İzmir’de oturuyordu ve Ödemiş, Aydın, Çine vs hemen yakınındaydı. Efelerin vatanındaydı. Efe dernekleri ve dergileri vardı. Tam da yeriydi bu tür çalışmalar için. Bu konuda sonraları Efe ne yaptı, bilmiyorum. Ayrılırken facebook sayfalarımızı birbirimize açmaya karar verdik. Sonraları birbirimizi bu kanaldan izledik.

Bir ara Cumhuriyet, ülkemiz ve özelde Karacasu için benim sayfamda yorumlar yazmıştık. Efe de bir yorum eklemişti onca yoruma. Veryansın etmiş bana ve benim gibi düşünenlere. Her zamanki gibi bilgi yüklü, protestocu, eylemci, yepyeni öneriler sunan bir yorumdu bu ve “ Konuşmayın yapın kardeşim…” diyordu.

Bu yorum hakkında benim ne düşündüğümü öğrenmesi yine aylar sonrası Kahvederesi kahvesinde oldu. Ablamla, Erkan’la beraber oturuyorduk. Sırtından hiç eksik etmediği çantası olduğu hâlde Efe yanımıza geldi, oturdu. Hâl hatır derken ablam: “Biz kalkalım” deyince Efe:”Abla olur mu öyle şey, ben geldim diye kalkılır mı? Oturun beraber söyleşiriz. Ben yabancı değilim ki.” dedi. Sıcak, içten, mütevazi bir davetti bu. Oysa ablamın oğlu Milas’a dönmek üzereydi, onun için kalkmak zorundaydı.

Efe ile baş başa kaldık. 2 saat kadar söyleştik. Ve Efe’nin seçkin özelliklerini o söyleşide daha da tanımak fırsatı buldum.

Bayramı yalnız geçirmesin diye halasının yanına geldiğini anlattı. Bayram tatillerinin nasıl geçirilmesi gerektiğini merhamet, sevgi, paylaşmak duygularının süslediği cümlelerle anlattı. Duygulandım. “Halamın kasabada kimsesi kalmadı ki… Bayramda yapayalnız kalmasınlar diye geldim” diyordu. Farklı idi. Bu genç adam bayramlarda; otellere, denizlere koşan gençlerden değildi. “Halamı ve oğlunu böyle bir günde yalnız bırakamazdım.” diyordu.

Sonra Sacıyar’da atadan kalan bahçeyi düzenlediğini, o yerlerin ihya edilmesi gerektiğini anlattı. “Yaylada atadan kalan yerimiz var, oraya ceviz dikeceğim” “ Daha fazla üretmek, doğayı sevmek ve doğaya sarılmak lazım” diyordu. Kendisine Karacasu’da bu konuda deneyim sahibi üreticiler olduğunu anlattım. Benden bir tanesiyle kendisini tanıştırmamı istedi. Hemen orada Erdinç Gümüş’ü aradım ve onları ertesi gün buluşturdum. Atadan kalan bahçelerinin eski günlerdeki gibi yemyeşil olmasının atalarına, özellikle babaannesine bir saygı olacağı düşüncesindeydi. Karacasu’yu, “Garasuluyum” demeyi çok seviyordu.

Fikri konulara girdik. Fikri dünyası ile yaşayışı arasında güçlü bir uyuşma vardı. Konuşmaktan çok yapmayı seviyordu. Kararlıydı. Özgüveni tamdı. Hatta fikirlerinde inatçıydı. Onu fikrinden döndürebilmeniz için sizin daha yeni ve farklı düşüncelerle onu ikna etmeniz gerekiyordu. İngilizceyi, Fransızcayı, Rusçayı tam; Almancayı da hemen hemen  konuşan, çeşitli ülkelerde çalışan bir insandan da bu beklenirdi.

Konuşurken, inandığı doğruları anlatırken yüzünün nasıl gerildiğini, kaşlarının nasıl çatıldığını görüyor ve masaya yumruğunu vuruverecekmiş gibi olan Efe’nin duygusal hâlinde, heyecanında; gençliğin idealizmini, kararlılığını, bir gencin ülke için her şeyden vazgeçebileceğini hemen karşınızda görüyorsunuz ve böyle vatan, bilgi, değişim, özveri diyebilen gençlerin daha çok, daha çok olmasını istiyordunuz.

Bir çay içiminde bile bu kadar çok bilgiler, duygular ve hayaller, protestolar sunan Efe’nin -bir paradoks gibi gözükse de- ne kadar sıcak, saygılı, merhametli olduğunu da anlamıştım. “Hüseyin Hocam, o yorumumla sizleri üzmek istemedim.”dediğinde “Efe, senin yorumundan keyif aldım. Yararlandım. Düşündüm.” Diye cevapladım onu. Yüzünde mutlu bir ifade belirmişti. Hatta o gün ben Efe’ye “Efe, gençlik güzel şey. Bir ideal taşımak ve bunu bilgiyle sürekli beslemek ne güzel! Bu heyecan, bu coşku bir servettir özgün bir insan için. Aman ha, bu hâlini hiç değiştirme” demiştim.

Ayrıldıktan sonra Efe’yi düşündüm. Çünkü insanı düşünmeye zorluyordu. Bazı gerçekleri yalın ve doğal bir şekilde yani hilesiz hurdasız, riyasız, dosdoğru anlatmaktan asla çekinmiyordu. Bu genç kendimi sorgulamama sebep oluyordu. Anlattıkları bazen aklıma geliyor ve kendim için yeni rotalar arıyordum. En çok dil bilmeyişime üzülüyordum. Daha çok okumam gerektiğini düşünüyordum. Keşke daha iyi bir eğitim alsaydım diye düşünüp duruyordum. Efe 35 yaşlarındaydı ve ideallerini sürekli beslemekteydi.

Yıllar bazı değerleri savunmada inatçılığımızı artırmalı mıydı yoksa bizi daha da yumuşatmalı mıydı? TECRÜBELİ OLMAK; ülke ile ilgili, okumakla ilgili, sistematik olmakla ilgili hâllerimize olumlu mu olumsuz mu etkilemişti? Yaşlılık, tecrübe vesaire göreceli değil miydi? SADECE BİLMEK MİYDİ YOKSA DURMADAN ÖĞRENİP OLMAK MIYDI?  Bilmek, akademik zenginlik yeter miydi yoksa bunların harmanıyla kendimizin sentezleriyle yeni fikirler üretebilen, davranışlarıyla kalbi, beyni ve hâlleri arasında bir senkronizasyon kurabilen insan OLMAK mıydı?

Sonraaa,

Sonra Efe’yle karşılaşmadık. Bir gün radyoda “Efe, Uludağ, dağcı” sözcükleri geçti. Dikkat kesildim. Efe Sarp diyordu. Şaşkınlıkla Efe’nin facebook sayfasını açtım, onun dağcı da olduğunu o zaman öğrendim. Radyodaki ismin bizim Efe’nin ismi olduğunu anladım.

Yaşananları siz de biliyorsunuz zaten. Ben özellikle yazılanları dikkatle izledim. Onun vefatı üzerine Karacasu’ya gelen arkadaşlarıyla oturdum ve konuştum.

Biz Efe’nin nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu sonra anlatılanlar ve yazılanlar sayesinde çok daha kapsamlı öğrendik. Bu anlatılanlara bakarak onun ne kadar yurtsever bir genç adam olduğunu, gözünü budaktan esirgemediğini, çalıştığı fabrikalarda işçilerle olan ilişkilerini okuyarak öğrenciliğinden başlayan eylemlerinin yurdumuz için ne ifade ettiğini daha iyi anladık. Mesela 2004’te daha üniversitede öğrenciyken şu eylemine bakınız.

Efe ile ilgili anılarını arkadaşı, ağabeyi Cenk Özdağ şöyle anlatıyor:

                ABD Büyükelçisi Yeditepe Üniversitesi’ne gelmişti… Arkadaşlar protesto düzenlemiş, güvenlik tarafından dışarı çıkarılmışlardı. Efe ise protestoya katılmadı, salonda kaldı. Sonra nefis bir İngilizceyle ABD’nin temsilcisini şaşkına çeviren bir konuşma yaptı. Güvenlik ne yapacağını bilemedi. Ona mealen şöyle seslendi: Farkında değilsin ama şu köşede duran resme ve bayrağa iyi bak. O bayrak boş yere kızıl değil, o adam boş yere orada değil. Bedenen burada değil diye rahatlama sakın. Burada olmayanlar sizi izliyor, görüyor. Iraktakiler, Vietnamdakiler, Koredekiler, Yugoslavyadakiler, Kübadakiler, bizler ensenizdeyiz! Konuşması sürdü. Tabii Yankee Go Home! Lafı da geçmişti ama onu öylesine güzel söylemişti ki sanki ABD temsilcisi pılını pırtısını toplayıp güle oynaya gidecekti

                Bir başka sefer, yine ABD’de çalışıyor. Bu kez Washington’da Dünya Sosyal Forumunun gençlik toplantılarından birinde… Bu kez halklara kabul ettirilmeye çalışılan Ermeni Soykırımı yalanına karşı konuşmak için orada. Efe Bursa Nutku’ndan aldığı yetkiyle gerçekleri söylemeyi borç bilmişti: Efe kürsüden haykırdı “Ermeni Soykırımı Emperyalist bir Yalandır!”Ama tabii, ne koruması vardı ne de bir ekibi. Efe’nin konuşmasının ardından Ermeni ve Rum kökenli temsilciler Efe’ye saldırdı. Akşamında telefonla konuştuk. Saldırının ağrılarına rağmen Efe geri adım atmamıştı, gururluydu

                               xxx

                Alaska’da bir fabrikada çalışmıştı. Fabrikadaki Güney Amerika ve Filipin kökenli işçilere yapılan muameleye dayanamayıp grev örgütlemiş ve sonunda bu haksız muamelelere son verdirmişti. Ama kaderin cilvesi, patron işçileri ikna etmiş, nihayetinde Efe fabrikadan ve fabrikanın bulunduğu bölgeden çıkarılmıştı. Oysa o varını yoğunu oradaki işçilere vermişti.                            

                               xxx

Yıllar sonra Efe bu kez Kanada, Toronto’da Project Management okuyordu…Tuncay Güney TRT’ye çıkmış, başta İşçi Partililer olmak üzere Ergenekon kumpasıyla içeri atılanlar hakkında ileri geri laflar ediyordu… Efe de izlemiş programı. Bakmış ki Tuncay Güney röportajların yapıldığı yeri, buluşma yerini söylüyor: Sinagogun yakınındaki bir dönerci. Efe bu! Aramış bulmuş dönerciyi. Bana yazdı “Abi, ne yapayım şimdi ben bu herifi”. Sonra gerçekten de buluşmuşlar. Efe sakin bir şekilde konuşmaya, ses kaydı almaya çalışmıştı. Birkaç buluşmadan sonra bir seferinde Efe kendini tutamayıp niyetini açık etmiş.” Tuncay Güney hemen oradan kaçmış.

                  İnsanın her rengini, her türlüsünü severdi. Öfkelendiği zaman bile sevgisi tutar sürdüremezdi öfkesini. Yüzünü dahi görmediği insanlar için mücadele etmek onun için en büyük mutluluktu. Halkı için çalıştı. Efe her dilde efeydi; her yerde onun gibiler az da olsa bulunuyordu. Birbirlerini tanıyorlardı

                  İstese her şeyi olurdu. Çok şeyi de vardı. Ailesi onu özene bezene yetiştirmişti. Mitolojiden felsefeye, tarihten pozitif bilimlere her şeyle ilgilenirdi. İnsana dair her şeyle ilgilenirdi. Belki de bu yüzden gözü toktu.

 

İşte Efe Sarp böyle bir kişiydi. 37 yıla sığdırılan okullar, kitaplar, eylemler… İranlı şair Furug Ferruhzade konumuzu ne kadar güzel anlatır.

Kuş ölür.

                       Sen uçuşu hatırla

 

Şairin UÇUŞ dediği ömrümüzün nasıl yaşandığıdır. Efe pek sevdiği dağların kartalları gibi yükseklerde uçtu ve yazılara konu olan anılar bıraktı geride kalanlara. Sanıldığı gibi tepelerden geriye dönememiş değildi. Bursa’ya doğru 1 m kar içinde 10 km sürdürülen  dönüş yolu içinde bir düşme sonucu kırılan üç kaburga kemiğine, çatlayan bir kafatasına rağmen Sait Abat köyü’ne 1 saatlik bir  mesafede bitmek zorunda kalan bir azimdi  Efe’nin yaşadıkları.

 

                      Pek sevdiği Karacasu halkı yaşanılan son olay içinde ona karşı ta öncelerden beri muhabbet beslediğini Efe’nin Karacasu’daki arkadaşları aracılığıyla, cenaze törenine hissederek katılışıyla kanıtladı. Karacasulu dostları, Karacasulular imrenilecek bir biçimde satır satır bıkmadan, usanmadan duygularını sosyal medya ortamı içinde yazdı.

Bizim yaşta olanlar; ebe olan Hatice Nine’yi, onun vakur oğlu Öğretmen Muharrem Sarp’ı, onun oğlu Prf Halil Sarp’ı, oğlu Makine Mühendisi Tangör Sarp’ı, kızı Teknik Öğretmen Suna Sarp’ı, kızı Tuna Sarp’ı bilirler.

                    Öğretmen okuluna girebilmek için lazım olan taahhütnameye  kefil olacak birini  çaresizce Karacasu çarşısında arayan Muharrep Sarp’la  başlar ailenin hikâyesi. Yeni kurulmuş Cumhuriyet’in okullarında yüksek ideallerle ve alınlarında bilgilerden çelenklerle yetiştirilen o devir öğretmenlerin hikâyesine benzer Muharrem Öğretmenimizin hikâyesi.

Vatana hizmet, öğrencilere hizmet, çağdaş bilime sevda ve önderlik vasıfları silsile hâlinde, ta Efe’ye kadar gelmiş ve zamanın imkânlarının bolluğu, bilgiye erişimde kolaylık gibi sebeplerle Efe Sarp,  daha rayihalı bir gül gibi açmıştır zamanımızda.

Halil hocamız,Tangör arkadaşımız dağları severler. Saz çalan, efe türküleri bilen Tangör’ün oğlu da dağları sevmeden edememiştir. Dağ demek özgürlüktür. Elde edilebilmek, havası teneffüs edilebilmek için yüzyıllar içinde uğruna kanlar dökülen, devrimler yapılan özgürlüğün değerini de bedelini de Efe Sarp çok iyi bilir. Karacasu’ya geldiğinde çadırını aldığı gibi Babadağ eteklerine gider ve tek başına dağda kalarak tertemiz özgürlüğü yaşardı. Gecenin bastırmasıyla beraber geceye, karanlığa inat kehkeşan (Türklerde gidilecek yol) ortaya çıkardı.  Belki de Efe gecelerin içinde  samanyoluna dalıp gidilecek yolları hayal ederdi yıldız yıldız.

Bütün mitolojilerde; dağlar özgürlüktür, sırdır, saklanmadır, umuttur. Öyle olduğu için de türkülerde, ağıtlarda buram buram tüter dağlar. Boşuna değildir dağ sevdası o sevdayı yaşayanlarda.

Kalemime dur desem de yazacağım, yazmak istediğim ne kadar çok şey var! Şu son sözlerimden birisi Karacasu’yu yönetenlere :

Bu kadar değerli evlatlar yetiştiren Karacasu’nun en büyük varlığının yetişmiş insan hazinesi olduğunu ne zaman anlayacaksınız, öldükleri zaman mı?

İkincisi de EFE SARP’a:

 

                      Efeciğim, seninle iki defa uzun süre oturduğum ve senden daha o zaman etkilendiğim ve de seni daha o zaman sevdiğim için yazdım bunları. Senin gibi dosdoğru, riyasız tam adrese, sana yazdım bunları. Yazdıklarımı en çok senin okumanı isterdim. Çünkü bu ülkeye hizmet edenlerin, ruhlarında hayal ettiklerinin gerçekleştiğini görmek gibi insansı bir tarafları vardır. “Beni anlasalar deyip de içine sığmadığın zamanlar” olmuştur senin de. Seni anladık Efe; ama okuyuşunla, temponla, çalışkanlığınla, üç dilinle sana pek ulaşamadık.

SADECE:

Karacasu’da atalarından kalan bahçelere,doğayı sevmek ve doğaya sarılmak lazım deyip zeytin, ceviz dikişinle,

Halanın bayramda yalnız kalmasını istemeyişindeki insancıllığınla,

Kuruntusuz; içi zengin, dışı sade yaşayışınla,

Vatan sevginle,

Bilim ve Atatürk tutkunla,

GARASULUYUM deyip de Karacasu ile övünüşünle,

Entelektüel birikiminle,

Ülkemiz için yaptığın gözü kara eylemlerinle seni hepimizin sevdiğini söylemek isterim.

 

Duygusallığı tutuşturmadan yazmaya çalıştığım bu yazımda herkesten ve ailesinden özür dileyerek şu dörtlüğü yazmadan edemeyeceğim:

 

Derdime dermansın

                                              Gönlümde sevdamsın

                                              Katlime fermansın

                                              Sen beni saklarsın dağlar

 

Not: İtalik harflerle yazılı olan bölümler Cenk Özdağ’a aittir.

 

16.Şubat.20220  Aydın