Şair dostum Mehmet Genç Bey aşağıdaki yazıyı göndermiş. Okumamı istemiş, paylaşmak istemiş. Yazıısını dikkatle okudum. Yazının kahramanları olan Yalçın Dinçer Bey’le ve değerli hocamız Mustafa Kemal Yılmaz hocamızla ilgili pek çok anımı canlandırdı bu yazı.
Mehmet Bey’in sıcak dilini sevdim. Ben de sizinle paylaşmaya karar verdim. İnşallah yazıyı siz de seversiniz. Saygılarımla. Hüseyin Kuruüzüm. Öyle Bir Sevda Ki… Sizlere ne bir tiyatro oyunu tanıtacak ne de bir oyunu eleştiren yazı hazırlığındayım. Zaten aldığım eğitim böyle bir çalışmaya uygun da değil. Tiyatronun sıradan bir izleyicisiyim, hepsi bu kadar! Bir oyunda ana karakteri oynayan Sayın Yalçın Dinçer’den dinlediğim bir anıyı sizlerle paylamasam sanki bir yanım eksik alacaktı. Olayın kahramanlarından az da olsa bahsetmek durumunda olduğumun ayrımında olmalısınız. Yalçın Dinçer’la başlayalım : ( Aydın) Çineli bir eczacının oğlu olarak dünyaya gelir. Pek çok babanın yaptığı gibi, oğluna “Eczacı olacaksın!” der de başka bir şey demez. Ne etsin oğul? “Başa gelen çekilir” deyip İzmir’de Eczacılık Fakültesi öğrencisi olur. Ama içinde bitimsiz bir içtepi. Bir ayağı fakülteye, diğeri tiyatroya kurslarına gitmeye meyillidir. Şükürler olsun ki bu sevda yüzünden okulu zor da olsa biter ve Çine’ye bir eczacı olarak döner. Çine’ye bir eczacı olarak döner ama yakın tiyatro tarihimizin devlerinden –ışıklar içinde yatası- Şükran Güngör o günlerde Çine’de yaşamaktadır. (Yalçın Dinçer’le kardeş çocuklarıdır) Bu iki kişinin yan yana gelmesi bile ayrı bir tiyatro olayıdır zaten. Bir başka işin şanslı yanı, eski devlet bakanlarımızdan Yüksel Yalova da Çineli olup, o da aynı yerde yaşamaktadır. Yalçın Dinçer “Bir İlân Tahtası” adlı oyunda üstüne düşün görevi yerine getirmiş, sahne tozunu yutmuştur bir kere…1964 yılında Şükran Güngör’le İstanbul’daki birlikteliği bu sevda yüzündendir. Gerek oyuncu, gerekse yönetmen ve diğer görevleri omuzlayarak sayısız oyunu sergiler. ( İlk aklıma geliverenler: “ Batak Göl” -O.Zeki Özturanlı- “Deli İbrahim” (Yüksel Yalova ile) -Turan Oflazoğlu- “Kızımla Evlenir misin” -M.İzgü- “Eve Dönüş = Homerun” – Harold Pinter- “Derya Gülü” -N. Cumalı- “Aydın Destanı” -İsmet Sezgin –“İhtilal Var” – Sadık Şendil- “Bir Delinin Hatıra Defteri” – N. Vasiliyeniç- “Nasrettin Hoca” – Özer Tunca- “Güneş Doğarken” – Dr. Hidayet Sayın) Oynamak, oyun yönetmekle yetinmez; oturur bir kitap yazar, anılar toplamıdır bu kitap. Kitabın içeriği dışından, yani adından belli: “Öyle bir Sevda ki…” Gelelim yazımızın diğer kahramanına: Mustafa Kemal Yılmaz. 1921, Koçarlı, Cincin Köyü doğumlu. Çiçeği burnunda bir delikanlı şu anda,…Sıfatlarının hangi birini yazmam gerektiğini düşünüyorum: Sıradan bir köy öğretmenidir başlangıçta. Memleket kazan, o kepçe gezip dolanırken, Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirip Fransızca öğretmenliği ikinci unvanıdır. Sonra, mezun olduğu okulda öğretmendir. Lütfi Ay ile birlikte uzunca süre okullarda okutulan Fransızca ders kitaplarının yazarı. İki dönem Aydın CHP milletvekili. Milli Eğitim Bakanlığı Dış Münasebetler Genel Müdürlüğü’nde Şube Müdürü, Lonra’da müfettiş yardımcısı, Orta Eğitim Genel Müdürü, AET Karma Parlamento Komisyon üyesi, Londra Kültür Ataşesi, Türkiye’nin ilk profesyonel rehberlerinden. Sekiz kitabın yazarı. Diğer sıfatlarını geçiyorum. Aydın Lisesi bahçesinde bir grup öğretmen arkadaşla yaptığımız bir şiir etkinliğinde yanına yaklaşarak “Arkadaşlar seni sahneye çağırırlarken hangi sıfatınla davet edeceklerini konuşuyorlar. Ne desinler Mustafa Amca? ” dediğimde, “Emekli Fransızca öğretmeni desinler yahu, yeter bu kadar!..” şeklinde yanıt verdiğini anımsıyorum. Öyle yaptık. Ben, iki tane ufak tefek dev adam tanırım: Biri Yalçın Dinçer, diğeri ilkokul öğretmenim sayın Muzaffer İzgü. Sanatçıların en efendisi mi? Düşünmeye ne hacet! Bir başka Aydınlı, ünlü tiyatro yazarlarımızdan Sayın Dr. Hidayet Sayın… Aydın İli bu konuda ne denli şanslı bir il değil mi? Ah !..bir de idarecileri bu gerçeğin ayrımında olsa… (Bir anımsatma: Bir TV yarışmasında yarışmaya sorulan soru şudur: ‘Muzaffer İzgü nerelidir?’ Yarışmacı zor durumdadır, zira doğru yanıtı verdiğinde çanakta bir kişinin tüm yaşamını alt üst edecek kadar büyük para vardır. Yarışmacı Joker hakkını kullanır. İki yanlış yanıt silinince, kalır geriye iki yanıt: a-Adana, d-Aydın. Sürenin dolmak üzere olduğunun ayrımında olan yarışmacı son kararını verir: ‘Aydın’ der ve yarışmadan beş kuruş almadan ayrılmak zorunda kalır. Adanalı dostlar alınganlık göstermesinler ama sayın Muzaffer İzgü’ün Aydın’da göreve başladığı yaşı,nerede evlendiği,nerede üç çocuk babası olduğu ve en önemlisi şöhret basamaklarını ikişer üçer aştığı yer göz önünde bulundurulduğunda, yarışmacının verdiği yanıt yerinde olmalı ama…Neyse,bu gevezeliğini burada bitirelim) Yalçın Dinçer, Pedro Bloch’un yazmış, Lüfi Ay’ın Türkçemize kazandırdığı “Eurice’nin Elleri” adlı oyunu sergilemektedir. Oyun bir aydır Aydın’daki ‘Şükran Güngör’- O yıllarda eski belediye binası içindeydi- sahnesinde adeta kapalı gişe oynamaktadır. İzmir’den bir grup tiyatro sevdalısın bu oyunu seyretmek için Aydın’a geldiğini bugünkü gibi anımsıyorum. Aylardan Mart, karakış olanca gücüyle kendini göstermektedir. Bu günlerde sayın Yalçın Dinçer’e gelen iki telefon programını alt üst eder. Bu telefonlardan biri, Adnan Menderes Üniversitesi yetkililerinden gelir. Yetkili, o hafta sonunda halka bilet satılmamasını, bir grup öğrenci için tüm yerlerin ayrılmasını ısrarla rica etmektedir. Böylesine tiyatro sevdalısı olan usta oyuncu, gençlere hizmet götürmeyecek de kime götürecek? Yalçın Dinçer, bu rica üzerine bilet satışıyla ilgilenen kişiye gerekli talimatı verir ve halka bilet satılmaz. Adnan menderes Üniversitesi’nden ricada bulunan yetkili de sekreterine gerekli talimatı verir, organize hazır ve nazırdır artık. O günü beklemekten gayrı ne kaldı ki geriye? Organize tamamdır ama bir başka telefon daha gelir. Ta Ankara’dan, arayan Mustafa Kemal Yılmaz’dır. Bu konuşmaya tanık değilim, ama olay kahramanlarını aileden biri gibi tanıdığım için konuşma içeriğini adım gibi biliyorum deyip, yemin etsem vallahi başım ağrımaz: -Bir haftayı geçti arayıp sormayalı. Beni sende mi unuttun yoksa? Haydi anlat, anlat da af edeyim seni…Anlat, neler oluyor Aydın’da? Bana sanattan bahset. Kaç gündür okuduğun yerel gazeteleri göndermez oldun. Sana gönderdiğim fotokopileri aldım, okudum bile demez oldun. Ne oluyor Yalçın? Posta paran yoksa, söyle de ihtiyacından fazlasını göndereyim. Bu milletvekili maaşı vallahi ye ye bitmiyor. Bu konuda aramızda kavga çıkarsa karışmam, boyum seninkinin iki katı, haberin olsun… Bunca sitemden sonra Yalçın Dinçer, günün özetini kendine özgü o kibar tavrıyla çaresiz bir şekilde başlar anlatmaya. Tabi ki aylardır kapalı gişe olarak oynadığı tiyatro oyunundan kaçınılmaz şekilde bahsedecek ve bu haftaki gösterimini Adnan Menderes Üniversitesi gençlerine ayırdığını söyleyecektir. Dayanamaz Mustafa Kemal, keser sayın Dinçer’in sözünü: -Ne? Gençler mi dedin? Beni, sende mi moruk buluyorsun yoksa? Ben genç değil miyim? Bana hep ‘delikanlım’ diye hitap eden eşim yalan mı söylüyor yoksa? Niye beni çağırmıyorsun peki? Böylesine soru yağmuru altında kalan Yalçın Dinçer, gereğini yapmaz olur mu? “Tabi, neden olmasın? Şeref konuğum olursun; ama havalar soğuk, biraz da hastasın diye duydum da…. Ankara-Aydın bu kış günü nereden baksan 15 saat, eziyet çektirmeyeyim diye düşündüm.” -Sanat için çekiler eziyet diriltiyor beni. Benim hasta olduğumu söyleyen halt etmiş! O tarihte konferansım yoksa, burada daha önemli bir etkinlik yoksa, iki elim kanda olsa da gelmeye çalışacağım. Gözlerinden öpüyorum .. Buraya kadar her şey yolundadır. Yalçın Dinçer’in sitemden öte yediği laflar hariç… Ve oyun günü gelip çatar. Salon son kez havalandırılır. Perdenin arkası ayrı bir dünya. Son hazırlıklar titizlikle gözden geçirilmekte, mikrofon ayarları kontrol edilmekte, beklenilmeyen aksiliklerin alternatifleri sınanmaktadır. Bu arada “olmaz” denilen bir şey sezilmektedir, ne mi? Ne içeride ne de salon dışında dermanlık bir tanecik olsun seyirci yoktur. Ekipten biri telaşlanır, koçar usta oyuncunun yanına: -Abi, bu gençler ne zaman gelecek, vallahi ne içeride ne dışarıda bir kişi var. Usta oyuncu, duraksar. Olası ki şöyle düşünmüştür: “Gelirler, gelirler. Şimdi ki gençler de zamana saygı mı kaldı? Sanırım grup olarak davrandıklarından hep birden ha geldi ha geliyor olmalılar. Haydi, siz işinize bakın!” İlk zilin çalmasına on dakika kalmıştır. Biraz önce ” Rahat olun, telaşlanmayın” diyen Yalçın Dinçer artık kaygısını gizleyemez olmuştur. Gençlerden biri perde arkasından seslenir ustaya “Abi, bir ihtiyar gelip oturdu” Bu haber rahatlatır usta oyuncuyu, çünkü gelenin gençler için yer ayırtan o profesör olduğunu düşünmektedir. “Hocaları geldiğine göre, gençler de gelmek üzeredir.” diye düşünmüştür. İlk zilin çalmasına iki dakika var. Zaman dediğin ne ki? Geçti, geçiyor… Artık zaman dolmuş, ilk zil çalmıştır. İki dakika sonra sahneye çıkılacaktır. Telaşla, perdeyi hafiften aralayıp salona bakan Yalçın Dinçer, gözlerine inanamaz….Tek seyirci , sandığı gibi beklenen grubun hocası değil, Mustafa Kemal Yılmaz’ın ta kendisidir… Yalçın Dinçer, sahneye çıkmadan önce o bildik kadehindekini içkisini içer. O gün perhizi bozar. Bir değil, iki kadeh içer ve fırlar sahneye. Sahnede bir oyuncu, salonda bir seyirci… Manzara tam bir drama, oyunun özü içerik olarak zaten dramadır. Sunulmakta olan oyun yazarın yaşamından kesitler içermektedir. Ana karakter, gerçek bir sanatçı, eşi gazete bile okumayan sahte bir sanatsever olmasına karşın, sanatla içli dışlı olduğunu kanıtlamak isteyen zavallı biridir. Bu yetmiyormuş gibi, sık sık bazı sanatçıları evine çağırıp uzun uzun sanat konuşmaları yapmaktadır. Kendini bu yolla tatmin etmeye çalışmasına rağmen, çok yönlü gerçek bir sanatçı olan kocasının yazdığı yazıları bile okumamaktadır. Kocası en sonunda bu denli rezilliği dayanamaz ve terk eder. Oyun, çocuklarının ölümü ve ailenin dağılmasıyla sonlandığından hüznün dozu artmıştır. İşte böyle bir anda Yalçın Dinçer, yapmadığı bir şeyi yapar. İner salon… Yerde bir oyuncu, koltukta ihtiyar bir seyirci… Akrabaları Yıldız Kenter ve Şükran Güngör’den feyz almıştır ne de olsa. O ufak tefek adam, sığmaz olur salona. Devleştikçe devleşir. Seyircisiyle zaman zaman göz göze, ara sıra diz dizedir. Salonda devleşen oyuncu diz çöker tek seyircisinin önünde . Rolü gereği tek seyircinin önünde eğilmiş, gözlerinin içine bakarak hüngür hüngür ağlamaktadır. Böyle bir sahneye yürek nasıl dayınsın? Mustafa Kemal Yılmaz, daha fazla tutamaz kendini. O da başlar ağlamaya… Oyuncu ağlar, seyirci ağlar. Usta oyuncu, ustalığını bir başka şekilde kanıtlar, bir yandan rolünü ustalıkla oynarken, bir yandan -sanki oyunun bir parçasıymış gibi – seyircisinin gözyaşlarını siler… Gelmeyen gençlerin neden gelmediklerini anlatmakta çok mu geciktim? Bağışlayın, acemiliğimden sayın lütfen… Sekreter Hanım, profesörden aldığı talimatı unutup, olayı gençlere duyurmayı unutmuştur çünkü… Mehmet Genç Şair-Yazar |
|