Geçen hafta sonu Çine-Yatağan- Milas-Güzelköy- Muğla- Ula-Akyazı-Azmak-Latmos- Güllübahçe Söke-Aydın sırasını izleyen bir gezideydim. Size uzun uzun bir gezi yazısı yerine bazı gözlemlerimi anlatan kısa kısa notlar sunacağım. MİLAS: Bu güzel ilçeye 1957’de gitmiştim. Hatta 10 yaşlarımı saklayan bir de fotoğrafım vardır. O günlerden aklımda kalan tek şey ise yol boyunca dağ yamaçlarında gödüğüm üst üste yığılmış onlarca devasa kaya idi. Demek çocuk dünyamda beni çok etkilemiş görüntülermiş onlar. Bugün aynı dağ sıralarında aynı kayalar duruyor. Zaman geçiyor; amma bazı şeyler duruyor gibi gözüküyor. Milas çok özel bir ilçe. Kültür etkinlikleriyle ve kent merkezindeki tarihî dokunun korunması konusundaki tiitizlikle hemen kendini gösteriyor. Tiyatro, müzik, şiir günleri gibi sıralayabileceğimiz etkinliklere her gün rastlamak mümkün. Durmadan restore edilen evler, restore edilmiş binalardaki müzeler, restore edilmiş bir binada faaliyet gösteren Belediye, eskiyle yeniyi bir arada harmanlamış sokaklar; restore edilmiş dükkânların bolca bulunduğu çarşısı dikkate değer. Sabahın 7’sinde bana GÜNAYDIN diyen hiç tanımadığım öğrenci servis aracının şoförü de cabası. MUĞLA: Yukarılardan şehre doğru alçalan yoldan Muğla’yı tepeden görmek olası. Bina yüksekliklerinin çok fazla olmadığı bir kente girerken hemen dikkati çeken şey mimaride farkedilen özellik. Hani bizim kentlerimiz vardır; durmadan beton yığınları şeklinde sürüp giden caddelerden oluşur! Muğla’da durum böyle değil. Yine o bildiğimiz apartmanlar var; amma o binaların arasına boşluklar içine serpilmiş ve eski Muğla’dan kalmış bir broş gibi; eski, güzel, pek çok bakımlı bina var. Her tarafa eğemen çimli yeşil alanlar, sıkça rastlanan geniş meydanlar hemen dikkati çekiyor. Vilayet Binası önündeki yeşillik ve o yeşilliğin içinde tek başına duran çiçeklerini açmış erguvan ağacı görülmeye değer. Belediye Binası; eski, restore edilmiş bir yapı. Önünde geniş bir meydan ve onun karşısında yine restore edilmiş muhteşem eski bir han duruyor. Han’dan içeriye yüzyıl öncesinin insanı gibi girerken karşıda Nail Çakırhan’a ait bir büstü ve önünde Nail Çakırhan’ın biyografisini görüyorsunuz.. Nail Çakırhan, doktor önerisine uyarak 1970’te sağlık bulmak için Akyaka’ya gelir. Gelir; amma pir gelir. “Burada geleneksel mimarinin özelliklerini günümüz koşullarıyla buluşturan çevreyle ve doğayla uyumlu” yapılar tasarlar. Beton yerine ahşap evler inşa eder. 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden Ağa Han Mimarlık Ödülünü alır. Bu ödülden sağladığı kaynakla Muğla’daki Konakaltı Hanı’nı Kültür Evi olarak restore eder. Ardından yörede çeşitli evler, oteller, tatil köyleri inşa eder. Ona ödül getiren evi, 1998’de kültür ve sanat merkezi olarak hizmete girer. Muğla’da yepyeni bir sanat ve kent anlayışının rüzğârlarını estirir. Bu sanat rüzğârı hâlâ Muğla’da esmeye devam ediyor. Çarşı içinde düzenlemeler yapılarak eski yeni karışımı yepyeni mekânlar oluşturulmuş. Zaman denilen kavramın sürekliliğini, somutlanışını bu yapılarla daha iyi fark ediyor insan. Eski zamanı ve yaşayışı; dükkânlarıyla, bazı el sanatlarıyla- biraz hayal kurabiliyorsanız- hemen yaşıyorsunuz. Şehrin göbeğindeki Öğretmenevi de bu geleneğe uymuş. Mimarisiyle hemen farkedilen güzel bir yapı. Arkalı önlü geniş bahçeleri Muğla için önemli bir buluşma yeri olmuş. Muğla’da dikkati çeken bir özellik de caddelerde, yol içindeki refüjlerde bolca yontu örneklerine ve anıtlara rastlamanız mümkün. Sıkça rastlıyorsunuz bunlara. Aydın’ı, Nazilli’yi düşünüyorum. Ne desem ne yazsam bilmiyorum. Amma ne düşündüğümü anlamışsınızdır mutlaka, yazmaya gerek yok. Mimarinin, kent anlayışının, güzel sanatlara tutkunun bir yaşam merkezini nasıl değiştirebileceğinin çok güzel örnekleri var Muğla’da. ULA: Küçük bir kasaba. Dondurmam Kaymak filminin motoksikleti bir dondurmacı dükkânının üst kat balkonunda ilginç senaryosunun bir görseli olarak duruyor. Kasaba dondurmacısının büyük dondurma fabrikalarıyla savaşını hatırlatmaya devam ediyor. Ula’da 1953 tarihli bir eski konak ve restore edilmiş evler gördüm. Muğla’daki mimari anlayış burada da devam ediyor. Çevreye ve tarihe saygılı yenileştirmeler devam ediyor. Ula,bizim Karacasu’yu andırıyor. Kasaba parkında konuştuğum Ulalı salih Bey 650 metre yüksekliktesiniz diyor. Buranın havası, yazın, fiiril firil serin mi serin olur diyor. Ben de güzel kasabamız Karacasu’dan söz ediyorum ona. Yaylalarımızdan, eski evlerimizden, antik kentimizden söz ediyorum. Şu insanımız ne güzeldir bizim! Karşımda duran elleri toprak köylümüzle tokalaşıyoruz. Gözleri gülüyor. Memleket denince, Karacasu’dan söz edince bir yanlarım acımıyor da değil hani! Açıyorum telefonu, bir Karacasulu yönetici ile konuşuyorum. Dertleniyorum ona. Benim kasabamda bir zaman gelecek bu işler olacak amma herhâlde restore edilecek bir yapı, bir mekân da kalmayacak. Bunun ayıbını bunu başaramayan herkes çekecek. Ben, sen, o velhasıl hepimiz toptan bir nesil bunun ayıbını yaşayacağız. Hacıarap Mevkii, Kerneler, Çarşı İçi, bazı evler, Hamam, Süleyman Rüşdî Türbesi çevresi, çeşmeler, Kurtuluş Savaşı anıtları, büstler…bizleri bekliyor. Yapacak eller ve hız verecek anlayışlar bekliyor Karacasu. Bazı şeyler yapılmadı mı? Yapıldı. Bir evin restorasyonu, cami restorasyonları yapıldı. Amma total bakmak gerek bu tür konulara. Tek tek atışlarla olmayacak gibime geliyor. Önce bir mastır kültür planı gerek Karacasu’ya. GÜZELKÖY Yatağan’dan gidiliyor bu, dünkü zamanların unutulmuş bugünlerin turistik olmuş köyüne. GÜZEL KÖYLÜ dizisi burada çekiliyor. Önce filmin nasıl çekildiğini görmek için gelmiş binlerce insan. Gelmeler gitmeler derken köylü bir uyanıklıkla hemen işi turizme tahvil etmiş. Köy Meydanı’nın çevresine yeni yapılar kurmuş, o Muğla’da gördüğüm tarza uygun. Sonra da doğal ürünler derken köy olmuş size yepyeni bir turistik köy. Yeni yapılmış köy kahvesi benim 5o yıl önce Karacasu’da gördüğüm Nizam Abdurrahman’ın esnaf kahvesinin birebir aynısı. Ahh, Karacasu ah! Güzelköy’de Karacasulularla da karşılaştım. Onlarla biraz memleket hasreti giderdik. LATMOS: HERAKLİA, KAPIKIRI Antik bir kent. Bafa Gölü’nün kıyısında. Sadece Tapınak duruyor ayakta. Ama sadece balıkçılıkla ve besi hayvancılığıyla geçinen halk ev pansiyonculuğuna başlamış. Küçük küçük salaş yerler açılmaya başlanmış.Amma köylü kadınlar evlerde yaptıkları el işi boncuklu süsleri yol kıyılarında hem yapmaya devam ediyorlar hem de satmaya. Kayalık ve engebeli bir arazi üzerine kurulan kent, Roma dönemine ait surlarla ve 65 kuleyle çevriliymiş. Mükemmel denecek kadar düzgün taş işçiliği bugün bile farkediliyor. Kentin içindeki Athena Tapınağı, günümüze kadar gelebilmiş şanslı yapılardan. İki katlı olarak inşa edilen Agora’dan ise geriye tek kat kalmış. Yine de dükkân ve hanların yerlerini görebiliyorsunuz. Agora , Şehir Meclisi Binası (Bouleuterion) tiyatro, stadium, Endymion Kutsal Alanı ve Haham Manastırı’nı gezebilirsiniz. Manastırlarda yaşayan keşişler, Kapadokyalı Büyük Bazilyos’un koyduğu ” dünyevi sorunlardan uzak huzurlu bir yaşam ” felsefesine göre hayat sürerlermiş. Enteresandır, Heraklia’nın karşısındaki Pirien’de de “mutlu olmanın yolları aranıyor ve çare olarak da dengeli olmak” koşulu sunuluyordu. Antik döneme mi gitsek! Ne dersiniz? Athena Tapınagı’nın olduğu noktadan Bafa Gölü izlenmeli.Antik mekânlar ve çok tipik olan köy gezilmeli. Antik tapınağın hemen altında bulunan Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalmış, metruk köy ilkokulu da mutlaka görülmeli. Eski yıllardaki olanaklarımız neymiş denip ibret alınmalı. GÜLLÜBAHÇE Güllübahçe Yunan mübadelesinde Balkanlardan gelen vatandaşlarımızın oturduğu yer. Kasabanın en üst kısımlarında yıkıntıları kalmış Rum evleri, hâlen ayakta duran Aziz Nikolas Kilisesi ve Rahip Evi var. Bu noktadan Söke Ovası uçsuz bucaksız genişligiyle mayıs güneşiyle ısınıyor. Rumlardan kalan İKİZ ÇEŞME’den su içiyoruz. Mermer yalağı ta o günlerden kalmaymış. Hatta bu çeşmelerin üzerinde Rumca kitabeler de varmış. Hepsi yok edilmiş! İki yanı arıklarla devam eden Rum yapımı taşlı yollarda yürüyoruz. Bu eski Rum evlerinin olduğu yerlerde yeni anlayışların izlerini görülüyor. Çok hem de çok güzel taş evler yapılmış. 100 yıl öncesinin hemen biraz ötenizde duran taş duvarıyla bugün yapılmış aynı güzellikte taş duvarlar yan yana duruyor. Şehir hayatından kaçmış insanlar buralarda yerler almışlar. Kendi bahçeleri için zeytinler, meyve ağaçları dikmişler. Yalnız, sakin ve huzurlu son yılları çok istemişler. İnsanlar yüzyıllardır her yerde huzur aramaya devam ediyor. Güllübahçe’nin çok yukarısıdaki Dilek Dağı eteklerinde Balkanlardan gelmiş bir ailenin evinde oturuyoruz. Bizi güneşten koruyan sıra sıra dizilmiş kamışlarla izole edilmiş üstü kiremitli bir sundurma altında oturuyoruz. Bir daha, Söke Ovası ne kadar da büyük, demeden edemiyorum. Makedonya usulü böreklerle birlikte tavşan kanı çaylarımızı yudumluyoruz. Sevgiyi dostlarla paylaşıyoruz. Sevildiğimizi ve sevdiğimizi biliyoruz. Yiğit oğlumuz bile, facebookta yazarken CAN DOSTLARIMIZLA BERABERDİK demiş. Aynen öyle. Her şey CANDAN OLMALI BU HAYATTA. Huzurdur her şeyin başı diyorum. Sevgili Allah’ımıza şükrediyorum. İki günün yorgunluguyla tekrar, geriye Aydın’a doğru yola çıkarken evimizi de özlediğimi ayrımsıyorum. Not: Sitemizdeki sorunlar sebebiyle yazımız gerçeğindeki paragraf düzeniyle sunulamamaktadır. Bu soorunu aşmaya çalışıyoruz. Aşağıdaki fotoğraf Karacasu’daki yıkılan Nizam Abdurrahman Kahvesi’nin aynıdır. İkinci fotoğraf ise Latmos’taki çok eski yılların ilkokulu görülüyor. Ana sayfada gezi yazımızla ilgili bazı fotoğraflar konulmuştur. Metni okuduktan sonra izleyebilirsiniz. | |