0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

Milletten Aldığını Millete Vermek

Çoktandır sitemize yeni yazı koymadık. Bunun çok çeşitli sebepleri var. Bunlardan söz ederek sizleri sıkmak istemem. İsterseniz benim tembelliğime verin.
Sadece en önemlisini belli edeyim. İnsanın bir iki satır yazı yazabilmesi için de bazı ideallerden güç alması gerek. Eğer yaşam kişinin ideallerini haksızca, her gün sarsıyorsa bazen bir boş vermişliğin içine düşüyor insan.
Devletin üst kademelerinde görev almış, Aydın milletvekili olmuş bir öğretmen ağabeyimizle benim otomobilimle Aydın’dan Karacasu’ya doğru geliyorduk. Büyüğümüz, Vakf’ımız salonunda bir konferans verecekti. Otomobilin içinde söyleşiyorduk. O, yaşlılığına inat her zaman ki canlılığıyla bana : “Bak oğlum Hüseyin, emekli olmakla iş bitmez, bitmemeli. Öğretmenliğimize devam etmeliyiz. Kitaplarla, dergilerle hep halkımıza gitmeliyiz. Bu halktan aldıklarımızı bu halka vermeliyiz.” diyordu. O, bir köy çocuğuydu. Türkçe öğretmeni olan dayısı Mahmut Özay sayesinde okuyabilmişti. Hikâyesini anlatsam sayfalar almaz. Zaten 1923’ten sonra yetişmiş kuşağın yetişmesi çok zorlu olmuştur.  Ben, 1960’ta Karacasu Ortaokulu’nu Karacasu’da bulabilmiştim. Beşik gibi sallanan tahta sıralarla dolu, tabanı tahta sınıflarda okumuştuk. 1948’de ise o günün Karacasu çocukları böyle bir okulu bile bulamamışlardı Karacasu’da. Yani benden dokuz yıl önce Karacasu’da ortaokul yoktu. Kitap, dergi…hak getire. Kuru yemişler yapıştırıcımız idi ve biten kalemlerimizin kalan kısımlarını kamışların ucuna takardık, biraz daha kullanabilmek için. Ki bahsettiğim ağabeyim ise 1935’lerde ta Umurlu’dan Siirt’e, dayısının yanına ortaokulu okuyabilmek için gitmişti. Aydın’da okuyacak ortaokul varmış o zamanlar ama okuyacak para yokmuş.
Cumhuriyet Dönemi’nde devlet okullarında aş, kitap, öğretmen, bilgi bulup okuyan ve sonra da halkın içine dağılan okumuşların tümünde vardır bu duygu: MİLLETTEN ALDIKLARINI MİLLETE VERMEK duygusu. Okudukları okullarda kendileri için devletin harcadıklarını tekrar millete vermek duygusu her insanımızın sanki borcu gibi algılanmıştır. İşte bu anlayıştan ötürü yanımda oturan ağabeyim de Karacasu’ya doğru giderken MİLLETTEN ALDIĞIMIZI MİLLETE VERMELİYİZ oğlum diyordu.
Aradan yıllar geçti bu ağabeyimiz benim gibi onlarca tanıdığına okuduğu yazılardan, okuduğu kitaplardan sayfalar kopyaladı ve bu kopyalardan oluşan küçük paketlerini adreslerimize bizim onurlanacağımız unvanlarla, bıkmadan usanmadan gönderdi.
Her seferinde bana Hüseyin Kuruüzüm-Eğitimci Yazar diye yazardı. Son zamanlarda yaşlılığın yükünü çekemez olmuştu. Artık Ankaralardan gelemez olmuştu Aydınlara. Bir mektup yazdım tam da on altı sayfa. Uzun uzun yazmıştım. Ayıp olmasa daha kaç on altı sayfalar yazardım. Hani MİLLETTEN ALDIĞIMIZI MİLLETE VERMELİYİZ diye bir ortak ülkü dünyamız vardı ya işte ondan, onunla saatlerce sanki karşımdaymış gibi söyleşmek istiyordum. Aynı sazın yanık türküsünü beraber söylemek istiyordum. Öğretmenliğe ilk başladığım Şarkikaraağaç’ın dam evlerindeki ocak başlarındaymışım gibi geliyordu bana. Bütün öğrencilerimi, Karacasu Lisesi’nin 25 yıllık bütün yaşam karelerini zamanın sisli geçmişi içinden çıkarıp almak her şeyi tekrar tekrar yaşamak istiyordum o mektubu yazarken.
O, uzun süre bu uzun mektubuma yanıt vermedi. Meğer hastaymış, hastanedeymiş. Beni telefonla en aradığında son kez konuşabilmiştim onunla. Bir saat kadar çok zor nefes alarak, sanki çırpınarak her zamanki gibi, o otomobilin içindeki gibi yine: milletimize hizmet edelim. Milletten aldığımızı ona verelim diyordu.
Bana Söke’de çıkan bir Söke Masalları derlemesini mutlaka okumamı öneriyordu ve : “Hüseyin, benzer çalışmayı Karacasu’da sen de yapsana.” diyordu.
Bu yazının bazı kısımlarını yazarken içimde akan çağlayanların pırıl pırıl sularına bırakmak istedim kendimi. İnanın tuttum kendimi. “Ooo, hocam bu ne romantizm?” derler diye çekindim. Artık bu tür değerler, idealler sanki masallarda kaldı!
Biz de kendi değerlerimizle öldüğümüz son ana kadar yaşayacağız. Okuyan, araştıran, sosyal etkinliklerde bulunan öğrencilerime rastlıyorum. Başkaları için de yaşayan insan olmuş öğrencilerimi görüyorum. Ne güzel insanlar onlar, ne güzel insanlar! Onları gördüğüm zaman gökte yıldızları görmüş gibi oluyorum. Bazılarıyla 1949’dan kalma üstleri oyuk oyuk olmuş sıralarının üzerlerini kontrplak kaplamak için paralar toplamıştık da küçük çivilerle çakmıştık sıralarımızın üstünü. Basketbol sahası için taş çekmiştik. Saymakla bitmezdi ki… Bir imecenin sonunda paylaşmanın serin sularına bırakmıştık kendimizi.
Öğrencilerimi gördüğümde tekrar olacak; ama gökte yıldızları görmüş gibi oluyorum. Onlar hep orada dursunlar ve ben hep göklere bakayım istiyorum.
Gördünüz mü kalemim aldı başını yine  gitti. Bu kadar duygusal olmamalıyım aslında. Şimdiki yaşam koşulları bu değilmiş, vesaire diyorlar ya! Geçelim:
Bazen öğrencilerimle söyleşirken: “Bizim değerlerimiz her geçen gün erozyona uğruyor. Siz de belki bize kızıyorsunuzdur.” diyorum. Nitekim bir kızımız tam da yüzüme söyledi: “Hocam bizi bu kadar dürüst, işkolik velhasıl idealist yetiştirmeniz şart mıydı?” diye. Kitap okuyordu bu kızım. Ah benim güzel kızım. Köyden gelirdi. Her sınavdan önce titreyen elleriyle: “ Hocam sorular zor mu?” diye sorardı.
Karacasu’nun köylerinden, Karacasu’nun evlerinden gürül gürül akarlardı okulumuza. Ben o okula koşan çocuklarımızın ruhlarında oluşturdukları büyük özlemlerin, büyük ırmakların uğultusunu yanı başlarında duyardım.
Lisemizde onların ruhlarına bütün öğretmen arkadaşlarımızla nakış nakış işlediğimiz erdemlerle yaşamın üç  kâğıtçılıkları arasında, mağaralar içindeymiş gibi ürkütücü uğultular duyuyorlar.
Ben duymuyor muyum sanki! Baksanıza bu sebepten yazı yazamaz oluyorum diye dertleşiyorum sizlerle.
Bilmem siz ne dersiniz; ama ben Karacasu’ya giderken yanımda oturan rahmetli ağabeyimin, Sayın Mustafa Kemal Yılmaz Bey’in yaptığını yapacağım. MİLLETTEN ALDIĞIMI YİNE MİLLETE VERMEYE ÇALIŞACAĞIM TA ÖLÜNCEYE KADAR, BU SATIRLAR BİR DAHA YAZILMAYINCAYA KADAR.
                                                                                                                         Kahvederesi Yaylası,1.7.2013
NOT: Yemezzade Süleyman Rüşdî isimli araştırmamızın ön sözünde: “İnşallah bu kitapla birlikte üniversitelerimiz bu konuyla ilgilenir ve Süleyman Rüşdî’yi çalışma konusu yaparlarsa sevineceğiz.” demiştim.Bu dileğimiz gerçekleşti. Dumlupınar Üniversitesi’nden Kenan Semiz Bey Yemezzade Rüşdî’yi bir doktora teziyle inceledi ve bizlere 500 sayfalık bir kitap armağan etti. Karacasu kültür dünyasına güzel bir katkı sundu.
Aşağıda bu kitaptan aldığımız bir Süleyman Rüşdî şiiri ve bu şiirin tarafımızdan yapılmış bir sadeleştirilmiş biçimini sunuyoruz.
Nev-bahâr irdi safâ eyyâm-ı sünbül devridir
Âşıkâne seyr-i bâğ şişe-i mül devridir
Elde sakî bezm-i meyde gâh câm gâh gül tutar
Hikmetin sordum didi gül vakti gâh gül devridir
Vâ’izin efsânesin kûş itme ey dil bezme gel
Nağme-i sübhân-ı uşşâk remz-i kulgul devridir
Zâhidâ şek eyle rindân ile gel yel dil ol
Bülbülün şeydâsı her bâğ-ı ruhun gül devridir
Rüşdî turma azm-i gülzâr itdi âşıklar kamu
Var iriş câm-ı safâ hem zâr-ı bülbül devridir
Fâ i lâ tün/ fâ i lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lün
İlkbahar geldi. Neşe ve sümbül devridir.
Âşıkların bağda seyir, kadehte şarap devridir.
Sakî şarap meclisinde bazen kadeh bazen gül tutar
Sebebini sordum bazen hemen şimdi gül vaktidir bazen gül devridir dedi.
Vâizin boş sözlerini dinleme! Ey gönül meclise gel.
Uşşâkî’lerin sözlerinin nağmesinin notalandığı devirdir.
Ey kaba sofu, bildiklerinde biraz tereddüt et! Gel bu rindler ile gönüldaş ol.
Bülbülün nağmesi ruh bahçelerimizin gül devridir.
Rüşdî durma! Âşıkların hepsi gül bahçelerine gitti
Hemen var, yetiş! Bülbülün zâr ettiği sevinç zamanıdır.
Şarap        :    Allah aşkı
Sakî            :   Allah aşkını öğreten
Meyhane   :  Tekke
Gül bahçesi:  Allah sevgisinin tümü
Bülbül         :  Allah aşkıyla yanan kişi
Âşık             :  Allah tutkunu
Meclis         : Allah’ı anmak için yapılan toplantı
İlkbahar      : Yeni dönem, anlayış