Özellikle küçük yerleşim yerlerinde herkesten ayrı düşünmek, herkesten farklı yaşamak öyle kolay değildir. Rahat etmek istiyorsanız etraftakiler ne düşünüyorsa onu düşüneceksiniz, neleri seviyorsa onları seveceksiniz…
Bir tanıdığım aile vardı. 1950’lerde Karşıyaka’daki evlerinden yani kaynananın ve kayınbabanın evinden ayrılıp Çarşıyaka’da bir ev kiralamışlar ve müstakil yaşamaya başlamışlar. 1950’leri, mahalle baskısını düşünebiliyor musunuz? O zamanlar kim cesaret edebilir böyle bir şeye!
Tabii günlerce konuşulmuş bu. Genç evliler hep yerilmişler. Ama o gelin var ya gelin, kocasını alıp da Çarşıyaka’ya göçüp giden, işte olanlar asıl ona olmuş. Sanki aforoz edilmiş. Uzun yıllar içinde o evin kayın validesi ölünceye kadar gelinine karşı duyduğu nefret i hiç saklamamış. Her yerde onu yermiş, aşağılamış, ona kin kusmuş. Oğlan evinin yakınlarından bazıları da ölüp giden o anarşist gelini bugün bile öfkeyle anıyorlar.
Allah’ım ne biçim bir mahalle baskısı, aile baskısıdır bu demeden edemiyor insan.
Bense küçük bir devrimi başarabilen o hanıma – yaşadığı bütün zamanlarda- farklı bir gözle bakmakla kalmadım çoğu kez onunla konuşurken bu ayrı ev açışla ilgili hayranlığımı anlatmaktan kendimi alamadım.
Farklı olmak, farklı düşünmek, farklı yaşamak yani insanın kendine ait yaşamını istediği gibi kullanmak özgürlüğü kadar saygıdeğer ne olabilir ki!
Bütün gelişmiş toplumlar farklı düşünen, yaşayan, farklı fikirler üreten, farklı eserler oluşturan insanlara büyük saygı duyarlar. Çünkü o farklılıkları yaratan insanların ürettikleri farklılıkların bir farklı öz’den doğduğuna inanırlar. Aslında o öz’ün her türlü değişimin kaynağı olduğunu çok hem de çok iyi bilirler. Bu sebeple daha üst farklılıkları üreten bilim insanları, fikir insanları hele hele her zaman muhalif sanatçılar el üstünde tutulurlar . Mesela:
Viyana’da Mimar Hundertwasser’ın evleri bu farklılığa saygının güzel bir örneğidir. Bu evlerin ve önündeki sokağın bütün çizgileri eğridir. Cetvele karşı çıkan mimar: “mimaride düz çizginin yaratıcılıktan uzak ve tanrısız” olduğuna inanırdı. Mimaride yuvarlak sütunlar, farklı büyüklükte pencereler, işlenmemiş taşlar, çılgın renkler kullanırdı.
Ancak hiçbir Avusturyalı da bu yepyeni ve çılgın mimari yaklaşımından ötürü Mimar Hundervestrar’a: “ Hadi canım sen de, eski köye yeni âdet getirme” dememişti.
Sokaklarında gezme ve görme şansına kavuştuğum bu binaları bugün yüzlerce turist “çılgın bir mimarın özgür bir ortamda kurmak istediği dünya “ olarak saygıyla seyrediyor.
Dedim ya farklı olanları seviyor çağdaş toplumlar.
Belki bu yazıyı okurken kendi kendinize: “Tamam da Kuruüzüm sözü nereye getirecek bakalım?” diyorsunuz. Haklısınız. Söz tabii ki yakın çevremize gelecek.
Bir varmış bir yokmuş misali bir zamanlar öğretmenken, okulun kapısına gelip: “ Getirin şu oğlanı, okutmayacağın ben onu!” diyen _-Allah rahmet eylesin- Süleyman Orçun ağabeyin önüne çıkmışım. Nöbetçi öğretmenmişim o gün. Babasının öfkesi karşısında büzülen Erdoğan’ı şöyle yanıma doğru çekip: “Ağabey, olur böyle şeyler. Gel sen bu kararından vaz geç. Erdoğan okusun. Akıllı bir çocuk o.” demişim. Süleyman Ağabey de yumuşamış, kararından vaz geçmiş.
Erdoğan bizi utandırmamış, eğitim enstitülerinden başlayıp, ODTÜ’ler filan derken nihayet Eğe Üniversitesi Ed. Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirmiş, meslektaş olmuş bizlere. Şimdilerde Nazilli’de Süleyman Efendi İlkokulu müdür yardımcılığı görevini sürdürüyor.
Bilenleriniz hemen anlamıştır; bilmeyenleriniz için yazayım, değerli dostum, kardeşim Erdoğan Orçun Bey’den söz ediyorum. Bu uzun yazıyı yazmamın sebebi o.
Yazımın başında 1950’lerde mahalle baskısına karşı yeni bir ev açan hanımdan; onun kendi yaşamına saygı duyulması özleminden, bu özlemini gerçekleştirmek için ortaya koyduğu azimden söz etmiştim. Viyanalı mimarın çılgın, özgür arayışlarını anlatmıştım.
Erdoğan Bey, her iki örneğin mayasını taşıyor ruhunda. Özgür, yaratıcı ve üretici. Başkalarına benzemek ihtiyacına kendini hapsetmemiş; “Bana ait bir ömür var ve ben bu ömrü kendimce yaşamak istiyorum.” diyen birisi.
Onun coğrafyaya damgasını vurduğu bir zeytin bahçesi var Bereketli yakınlarında. O bahçede neler yok ki… incir, elma, üzüm, ayva, nar, dut, armut, ahududu, kayısı da cabası.
Bir keresinde yetiştirdiği yüzlerce zeytin ağacından birinin cömert bir dalını tuttu ve bize doğru çekerek:” Bak hocam, zeytinin ömrü 500 seneymiş derler. Bu bahçedeki bütün ağaçları ben yetiştirdim. Bunları yetiştirinceye kadar bu ağaçların önünde ben eğildim. Bundan sonra bu ağaçlar 50 sene kadar bana eğilecek; ama 450 sene de başka insanlara yani insanlığa eğilecek” dedi. İnsan beyninin birikimi kadar zenginleşen bu cümlesiyle Erdoğan bütün insanlık için yetiştirdiği zeytin ağaçlarıyla kendi ruhu arasında kurduğu güçlü köprüleri hissettiriyordu bana.
|