0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

Kuş Yemi

Okuyacağınız Reşat Nuri Güntekin’e ait öyküyü sizler için seçtim.
Pek çoğunuz bu öyküyü ortaokul birinci sınıfta okudunuz. Aradan yıllar geçti. Bir daha okursanız şimdiki yaşınıza göre bir başka yorum kazanacak.
Öykü, Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın çektiği sıkıntıları anlatıyor. Bu bakımdan günümüze ışık tutar belki de.
Ben 1955 yıllarını gayet iyi anımsıyorum. Mesela, bir cam şişe bulmak bile zordu. Geceleri komşulara giderken elde çıra ile giderdik. Bisiklet binmek için bisiklet kiralardık. Futbol topu yok denecek kadar azdı kasabada. Bir iki tane ha vardı ha yoktu. Onların da ağızları bağcıklı idi. Sarı gazoz kapakları toplardık. Telden yaptığımız arabalarımız vardı.
Benden 25 sene önce çocukluğunu yaşayan değerli öğretmenimiz rahmetli Muharrem Sarp da bana çarşıya gelmek istediğinde arkadaşlarından ödünç takunya aldığını söylemişti.
Zaman kendi koşulları ve ruhu içinde geleceğe doğru akıp gidiyor. “NEREDEN NEREYE ve HANGİ KOŞULLARDA, HANGİ PSİKOLOJİK ŞARTLARDA ?” DEMEDEN BAZI  ŞEYLERİ ANLAMAK OLASI DEĞİL HER HÂLDE.”
Saygılarımla. (Not: Aşağıdaki fotoğraflar o yıllara ait İstanbul fotoğraflarıdır.)
 Aydın, 17.4.2013
KUŞYEMİ
Beyazıt kahvelerinden birinde bir arkadaş bekliyordum. Kahve pek tenha idi. İki üç kişi, sönmüş sobanın yanında alçak sesle dertleşiyor, bir ihtiyar memur, burnunda gözlük, elinde bir gazete ile uyukluyordu. Kahvenin ortasında siyah Şam kumaşından tarihi çarşaf giymiş altmışlık bir büyük hanım gözüme ilişti. Yanında altın başlı bir erkek çocuğu, çocuğun elinde bir kafes vardı. Bu kadında uzun seneler kızı ve damadıyla taşra memuriyetlerinde dolaşmış, temiz, saf, işgüzar bir İstanbul hanımı tipi vardı.
Kahveciye yavaş sesle bir şeyler söylüyor, küçüğün elindeki kuş kafesini gösteriyordu.
Kahveci gazetenin üstünde uyuklayan ihtiyara seslendi:
-Abidin Efendi! Sen kuş meraklısısın. Ucuz bir saka var, alır mısın?
İhtiyar adam kuş sesini duyunca gözlerini açtı. Çocuğu yanına çağırarak kafesi eline aldı. Galiba meraklı bir mütehassıstı. Dudaklarını bükerek:
-Yaramaz, dedi.
Büyük hanım, üzgün ve manalı bir bakışla ihtiyarı süzdü:
-Satacak değildik ama… Maaş çıkmadı da.
-Orası öyle hanım, kuşa yaramaz dedim ama yarasa da alacak değilim.
Onlara dikkatle baktığımı gören kahveci yanımdan geçerken:
-Allah kimseyi düşürmesin. Bu ihtiyar kadının genç bir damadı vardı. Balkan’da şehit oldu. Geçen sene de kızı, sizlere ömür, vefat etti. Torunu ile yalnız kaldı.
Derhal gözümün önünde bir aile faciası canlandı. Yıllarca sürmüş resmi muamelelerden sonra bağlanan birkaç lira maaş aylardan beri çıkmıyordu. Vaktiyle çok iyi günler gördüğü, halindeki saffet ve tatlılıktan belli olan büyükanne, yavaş yavaş bütün ev eşyasını satıyor. Nihayet sıra küçük saka kafesine geliyor. Ekmekçiye, mahalle bakkalına borç biriktikçe birikmiştir. Bugün yarım okka ekmek, bir mendil kömür almak mümkün olmamıştır. Küçüğü aç bırakmamak için kuşu satmaktan başka çare yoktur.
Bu eski kafesin içinde başını boynuna kıstırarak uğrayacağı akıbeti düşünüyor gibi görünen zebun kuş para etmiyor. Fakat onun kıymetini bir de bu şehidin küçük yetimine sorsanız. Büyükanne, torununu bu küçük dilsiz kardeşinden ayrılmaya razı etmek için kim bilir ne vakitsiz bir hayat dersi vermiştir?
Kuş satılmadı. Büyükanne yaşlarla dolu gözlerinin ucu ile torununa bakıyor, çocuk da görünüşte üzgün; fakat küçük yaramaz, nafile, beni büyükannen gibi aldatamazsın. Hüzün taklidi yaparken gözlerinin içi gülüyor; kuşunu beğenmedikleri için seviniyorsun… Şimdi görürsün gününü! Kahveci vasıtasıyla büyük hanımla pazarlığa giriyorum. Kafesi istediği fiyata satın alıyorum. Büyük hanım, masa üstüne bıraktığım parayı birden bire alamıyor. Böyle alım satımlar olağan şeyler olduğu halde ona ağır geliyor. Yalnız, içinden beş kuruş alarak çocuğa veriyor; belli ki aralarında kuşun satılması meselesi münakaşa edilirken anlaşmışlar. Büyükanne benimle maaş meselesini münakaşa ediyor; maksadı söz arasında bu parayı gene farkında olmadan almaktır. Fakat bu maksatla söze başladığı halde, derdini anlatmaktan bir garip zevk buluyor; kısa cümlelerle hayatından bahse devam ediyor.
O kadar konuşuyoruz ki küçüğün uzun zaman aramızdan kaybolduğunu fark etmiyoruz. O, biraz sonra elinde bir simit ve bir küçük külah geliyor. Simitle karnını doyuracaktır.
Paranın yarısıyla da kuşuna yem almıştır. Büyükannesiyle konuşurken onu gözetliyordum. Küçük avucuna bir parça yem döküyor; kafese uzatıyor; kuş, belli ki onun elinden yem yemeğe alışmıştır, kafesin telleri arasından gagasını uzatıyor.
Çocuk bu vaziyetten istifade ederek onu tutmak, dilsiz kardeşinin gagasına bir ayrılık öpücüğü kondurmak istiyor.
Sonra beni eteğimden çekiyor, yaşlarla dolu parlak gözleriyle yüzüme bakarak rica ediyor:
-Beyefendi, bu yem sizde kalsın; ona yedirirsiniz, olmaz mı?
Külahı aldıktan sonra iade ediyorum:
-Yavrum, bu kuşa ben bakamam; onu sana bırakayım da sen bak, sonra büyüyünce alırım, olmaz mı?
Büyük hanım bunu doğru bulmuyor, isyan edecek oluyor:
-Ne önemi var büyük hanım. Benim, küçüğe bir yadigârım olsun; fakat ne olursa olsun, bir daha onu satmamak şartıyla, diyorum.