KOYUNUN KAVAL DİNLEDİĞİ GİBİ…
Bizler Anadolu’da yaşamanın bedelini tarihin her döneminde ödemişiz. Malazgirt’te başlayan ve 1922’lere kadar geçen zamanda, onlarca savaşla güzel yurdumuzu koruyabilmişiz. Bunun için; Yemen’de, Kafkaslar’da, Irak’ta, Suriye’de, Balkanlar’da yüz binlerce vatan evlâdını kaybetmişiz. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta ve Kurtuluş Savaşı’nda bu acılı millet toprağın kara bağrına 255 bin evlât vermiş. Kendi kasabalarına, köylerine bile dönemeden bu güzel vatanın bir köşesinde şimdi manevî bir âlemin derin uykusundadır onlar. Bunu çok iyi anlayan şair:
“Bu ıssız gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda, İstiklâl uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmet’in yattığı yerdir.” der.
Anadolu’nun her yeri, her karış toprağı bir şehidimizin, bir gazimizin kanıyla süslenmiştir.
“Şüheda, fışkıracak toprağı sıksan şüheda”
denmesi de bundandır. Çünkü toprak, ancak: “o toprağın kara bağrında sıra dağlar gibi durabilenlerle” vatan olmuştur. 1914-1922 yılları arasında 255 bin vatan evladıyla toprağın bağrında sıra dağlar gibi duran, hayasızca akınlara göğsünü siper eden ulusumuz bunlar yetmiyormuş gibi, toprağı vatan yapmanın bedelini son 20 yılda 30 bin şehit; gözünü, kolunu, ayağını kaybetmiş, binlerce gaziyle yine ödemiştir, ödemektedir. Ulusumuz tarih önünde bin yıldır soylu bir şekilde; bu vatan üstünde bütün zamanları anlatır bir anıt gibi bayrak bayrak durmaktadır. Son yüzyılda 300 bin ananın, 300 bin babanın, 300 bin sevgilinin yüreğine düşen o kor ateşin acısını bal etmeye çalışan milletimiz, türkülerle, ağıtlarla ağlamış, şiirlerle dillenmiştir. Bir yanda: “Burası Huş’tur(1), yolu yokuştur” derken bir yanda: “Çanakkale içinde vurdular beni” demiştir. Şehidinin başucuna Kâbe’yi dikmek istemiş, yedi kandilli Süreyya’yı uzatmış, mehtabı getirmiş, tüllenen Mağrib’i şehidinin yarasına sarmış; ama “Bir şey yapamadım, bunlar yetmez ki…” diyerek şehidini Peygamberimizin aguşuna bırakmıştır. Ulusumuz tek dişi kalan canavarın, zaman içinde bugün nasıl güçlendiğini, hayasızca süren saldırıların nasıl biçim değiştirdiğini; daha ince oyunlarla, daha örgütlü yöntemlerle, bütün mazlum ulusların bağrına kara saplı bir bıçak gibi nasıl saplandığını görmektedir. Bugünler, Çanakkale Şehitleri’ni anma günleri. Televizyonlarda Çanakkale Şehitleri’nin anıldığı şu günlerde; sadece şiirlerle, sadece türkülerle, sadece kahramanlıklarımızla zaman geçiremeyiz. Şiirleri bir şerbet gibi içeceğiz. Türkülerle inleyeceğiz. Kahramanlıklarımızla gururlanacağız. Elbette hakkımız bunlar; ama ödevimizi asla; ama asla unutmayacağız. Birinci ödevimiz, bilinçli olmak ve şairin dediği gibi “tek dişi kalmış canavarı” yenmektir. Sanayi Devrimi’yle dişlerini bileyen bu canavarın hâlâ gelişmekte olan ülkelere, fakir ülkelere bazen tankıyla, tüfeğiyle bazen ve çoğunlukla ekonomik yaptırımlarla nasıl saldırdığını, bu ulusların öz kaynaklarını, moral değerlerini, alın terlerini nasıl sömürdüğünü görmek birinci ödevimizdir. Çanakkale Şehitleri’mizi andığımız bu günlerde, Çanakkale Savaşları’nın niçin çıktığını ekonomik açıdan incelersek, öğrenirsek, birinci ödevimizi gerçekleştirmede ilk adımımızı atmış oluruz. Tarih; sebepleri ve sonuçlarıyla nesnel biçimde incelenirse anlam taşır. Geçmişten ders almak; bize saldıranların niçin saldırdıklarını, kaynaklarımızı nasıl sömürmek istediklerini açıkça saptamakla mümkün olur. Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve PKK saldırılarıyla sömürgeci ulusların ulusumuz üzerindeki oyunları her düşünceden yurttaşımızın çeşitli platformlarda kardeşçe; türküler, şiirler kadar içtenlikle konuşmasıyla ve dinlemesiyle anlaşılabilir. Tarih bilimsel bir şekilde incelenmeli ve mutlaka herkesçe bilinmeli. Çanakkale’de, Sakarya’da Gabar Dağları’nda bize saldıran gerçek düşman iyi bilinmeli! Madde ile mana, iyi harmanlanmalı. Tarihin sesi koyunun kaval dinlediği gibi dinlenmemeli, gözler açılmalı. Çanakkale’de şehitlikler gezilirken, televizyonlarda Çanakkale Savaşları’yla ilgili programlar seyredilirken düşmanın öz kaynaklarımıza yönelik gerçek amacı iyi saptanmalı. Kendimizden geçip hamasetin(kahramanlık duygularının) hoşluğuyla uyuşmamalıyız. Hamaset ve maneviyat daha çok uyanmamızın, bilinçlenmemizin, gerçeği öğrenmemizin itici motoru olmalı. Tarih; hoşa giden bir tiyatro sahnesini seyreder gibi kendinden geçmek, hoşlanmak için seyredilemez. Tarih, bir ders çıkarılıyorsa değer kazanır. İşte o zaman çekilen acılar, ödenen bedeller bir mana ifade eder. MEÇHUL ASKER işte o zaman huzur bulur. … Şehitler tepesi boş değil, Toprağını kahramanlar bekliyor. Ve bir bayrak dalgalanmak için rüzgâr bekliyor. Destanı öksüz, sukûtu derin Meçhul Asker’in Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye Yattığı toprak belli Tuttuğu bayrak belli Kim demiş MEÇHUL ASKER diye… (A. N. Asya) |