0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

Eller Mersin’e Hocamız Yaykın’a

!948’de Karacasu’nun Yolaltı Köyü’nde doğuyor. İlkokulu Yolaltı ve Yenice’de okuduktan sonra Ortaklar Öğretmen Okulunda eğitimine devam ederek öğretmen oluyor. Yıllarca öğretmenlik ve devamında İlköğretim müfettişliği yaparak emekli oluyor.

Nazilli’ye yerleşiyor.  Öğretmenler, müfettişler ve mahallenin emeklileriyle geçirilen emekli günleri.

Aynı yerler,

Aynı kişiler,

Aynı eylemsizlikler

Yaz günlerinin vıcık vıcık sıcağı ve birbirini tekrarlayan benzer tekdüze günler.

Hangi düşünce, hangi özlem etkili oldu? Birden Nazilli’den kalkıyor Karacasu’ya 22 km uzaklıktaki kırsal kesimin merkez köyü Yaykın’a gelip yerleşiyor. 2000 zeytin, 500 incir yetiştiriyor. Traktör üstünde, bahçe aralarında bir çiftçi gibi yeni bir yaşama başlıyor. Tarla sürüyor, sulama, ilaçlama yapıyor, incir toplayıp sergiliyor.

“Eller gider Mersin’e biz gideriz tersine” sözüne tam da denk gelen bir davranış. Köyler boşalırken, insanlar şehirlere doğru çılgınca koşarken niye tersine gidilip de Nazilli gibi çok özel bir şehirden Yaykın gibi kırsal özellikleri daha belirgin bir köye yerleşilir ki…

İlköğretim müfettişliğinden emekli Hüseyin Ersöz Bey’den söz ediyorum.

Niye sorusunun cevabını ararken ilk açıklamaları Hüseyin Bey şöyle yapıyor.

“Toz toprak içinde, dam evde büyüydüm. En büyük sorunumuz su bulamamaktı. Tulumlar içinde eşeklerle çadırlarımıza su taşırdık. Köylüler geniş çukurlar açarlar ve buraları kış yağmuruyla doldururlardı. Biz de bu suları bulanık hâlleriyle kullanırdık. Geceleri koyu bir karanlığın içinde kalırdık. Gaz lambalarının çok zayıf ışıkları yatsı namazından sonra söndürülür ve insanlar yatarlardı. Köyümün gecelerinde köpek seslerinden başka ses duyulmazdı. Hepimiz sabahın olmasını bekler Güneş ışığıyla sanki her gün yeniden doğardık.

Bugün olan her şey yoktu. Traktörler, televizyonlar, taksiler, buzdolapları, geniş camlı sıcacık evler, döşenmiş odalar, telefonlar, doktorlar, okullar… say sayabildiğin kadar yaşamı kolaylaştıran, insana dair onlarca şey yoktu. Ama biz o toz toprak içinde kıt kanaat geçinirken çok hem de çok mutluyduk. Söz senetti. Tü dediğin tükürük geri alınmazdı. Çadırdaydık. Çadırımızın kapısı, penceresi yoktu. Kilidi anahtarı yoktu. Çıkar giderdik, kimse bir iğnemize dokunmazdı.

Kırlar çocuk arkadaşlarımla dolaştığımız özgür dünyalarımızdı. Uzaklara taşlar atar birbirimizle yarışırdık. Yılanları görür korkardık. Kertenkelelerle oynaşırdık. Gökyüzünde döne döne alçalan kartalın hangi kayaya konduğunu bilirdik. Böcekler, kuşlar, köpekler, erkeçler; karşı dağlar, tepeler, büyük düzlükler; çalılar çırpılar, yer ateşleri çocuk ruhlarımızı bir oya gibi süslerlerdi. Bu sebeple:

“Toprak,su ve güneşi/ gözbebeklerimiz biliriz… O nedenle sevgiyle/  uzanır ellerimiz/ Çatlamış tohumu topraktaki,/hayatın nüvesi bilir,  /saygıyla basar /toprağa ayaklarımız../Su gibi akar gönüllerimiz /dağa, taşa, ormana…/Bazen kelebeğin kanatlarında, /bazen dillerinde kuşların, /bazen çiçeklerin /renklerinde belirir /duygularımız…”

Yıllar sonra yazdığım yukarıdaki şiirden bu coğrafyanın ve yaşamın benim ruhumda neler şekillendirdiğini hemen anlamışsınızdır.

Bir ana rahmi gibiydi bu topraklar benim için.

Emekliliğin tekdüze günleri içinde sıkılırken Yaykın’da önceden diktiğim zeytinler, çocukluğumun kuşları, çiçekleri, köpek sesleri, çalılar, çitler beni çağırıyorlarmış da ben bilmiyormuşum. Belli zamanlarda zeytinliğin bakımı için gelip gittiğim Yaykın’dan bir seferinde bir daha geri dönmedim. O günden beri Nazilli’ye dönmedim artık.”

“Nazilli’ye dönmeyişimde bir başka sebep de şu olabilir: Ben Ortaklar Öğretmen Okulunda okudum. Bu okul eskiden bir köy enstitüsü olduğundan sıkı bir çalışma disiplini vardı. İş atölyelerinde, sebze bahçelerinde, hayvancılık yapılan alanlarda, arıcılık gibi işlerde…pek çok şey öğretilirdi. Resim atölyeleri, müzik, resim odaları, kütüphaneler de en işlek yerlerdi. Bugün şiir yazıyorsam, tarımı ve köyü seviyorsam belki de o okulda ve o güzellikler içimde yaşamamdır, diyebilirim.”

Siz de okudunuz hocamız ruhunun içinde bir şeylerin varlığını ne güzel anlatıyor.

Yaşamı bir film gibi düşünürseniz seyrettiğiniz filmin bir bölümünü silip atamazsınız . Böyle yaparsanız o film, film olmaz ki… Günümüzde doğduğu köyleri, kasabaları terk edip bir daha oralara dönmemiş milyonlarca insan var. Facebook sayfalarında kendi yaşamlarından izler taşıyan fotoğrafların veya yazıların altında BEĞEN düğmesine basarak  kaybettikleri yaşam biçimlerini ve yaşamlarının bir zamanlarını özlemiyorlar mı?

Günümüzde depresyon ilaçlarının kullanımının rekor denilecek sayılarla anlatılmasının, demans gibi beyin haslıklarının çoğalmasının, mutsuzlukların giderek çoğalmasının bir sebebi de filmin bir kısmını hatırlayamayışımız olmasın?

Hüseyin Hocamız da kendince bir çare bulduğunu ayrımsamış herhâlde.

Nazilli’deki yaşamın tersine her sabah yeni bir işle yaşama başladığını, tarla, bahçe derken günlerin nasıl geçtiğini bilemediğini; tarlalarda zeytin diplerinde hep beraber peynir ekmekli, zeytinli ortak karın doyurmalardan çok mutlu olduğunu anlatıyor.

Peki hocam köy yaşayışında sıkıntılarınız olmuyor mu? Şiirle uğraşıyorsunuz. Gündemi takip ediyorsunuz . Onca yıllık meslekî tespitleriniz var. Bu konuları konuşacak insanlar buluyor musunuz? Günün iş dışı saatlerini nasıl geçiriyorsunuz, diye soruyorum. “ Kahveye gidiyorum. Bazen okey oynuyorum. Zaten köyün tamamı tanıdığım insanlardan oluşuyor. Günlük ilişkiler anlamında bir sıkıntı çekmiyorum. Ama tabii ki Nazilli’deki arkadaşlarımla konuştuğum her konuyu burada konuşamıyorum. Benim tarımla ilgili düşüncelerimi ve eylemlerimi köylüler çaktırmadan çok dikkatli izliyorlar. Köylü için cebi iyi ise sorun yoktur. Sanıldığı gibi ülke sorunlarıyla pek ilgilenmiyorlar. Meseleye parti boyutunda bakıyorlar. Bu sebeplerle yalnız kaldığım zamanlar oluyor. Bazen yanlış anlaşılıyorum. Mesela benim çok çalışmamı “ kefenin cebi yok” şeklinde değerlendiriyorlar. Benim sabahın beşinde iş başında olmama şaşırıyorlar. Zaten benim çocukluğum zamanından pek çok şey kalmadı atık. Yaykın eski zamanların fakir köyü iken bugün ekonomik durumu hayli iyi olan bir köydür. He evin bir, bazen iki traktörü ve bir binek arabası vardır. Evleri ise tam donanımlıdır. Kıraç araziler bugün zeytin ve incir tarlalarıyla doldurulmuştur. Ciddi bir zeytinyağı, incir, ceviz üretimi vardır. Tarım araçları hemen hemen tamdır. Her kadın traktör kullanır. Ama günlük hayatın bütün yükünü eski zamanlardaki gibi çeken yine onlardır. Yufkayı onlar yaparlar, çamaşırı bulaşığı onlar yıkarlar, çocuğu onlar büyütürler. Eskiden karanlıklar içinde kalan köy bugün geceleri ışıl ışıldır. Eskiden yatsı ezanıyla yatan köy şimdilerde ise dizileri seyrettikten sonra 23’lerde yatar 7’lerde kalkar. Okuma yazma oranı ne kadar yükselmişse de köyde okumaya ilgi yoktur. Maddî değişim başarılmıştır ama okuma gibi, şiir gibi, tiyatro gibi, çevre bilinci gibi… konularda yeterli bir değişim olmamıştır. Bu beni üzmektedir. Şiirle uğraşmamın bir sebebi de budur. Kendimle konuşmak gibi şiir yazmak.

Mesela şu şiirim güzel bir örnek kendimle konuşmak dediğim şeye:

 

Kartalların üzerinde
süzüldükleri vadinin de
adı Kozludere’ydi.
Vadiye adını veren
cevizlerin yerlerinde
yeller esiyor şimdi.
Karşılıklı gürül gürül
akan dört pınar
borulara girmiş.
Sanki gözyaşı döküyorlar
şimdi sızıntı hâlinde.
Beline urgan dolaşmayan
çınar yok yerinde..
Yüzmeyi öğrendiğim
göletler hani nerede?

Yavrularına balık dediğimiz,
Koro halinde şarkı söyleyen
kurbağalar, ne çoktu, ne çok..
Çıldıracağım,
şu an hiç biri yoook !
Her şeyi bitirmişler !
Ahh !
çocukluğumu öldürmüşler !
Anam, babam, dedem,
dedemin dedesi
Mutlaka ağlıyordur mezarlarında.
Ben, hüngür hüngürüm
Koz’u yok edilmiş şu derede ?

Hocam bize köydeki evinde çaylar ikram etmişti ve çaylar da bitmişti. Akşam olmak üzereydi. Köyü beraber gezebilir miyiz hocam, dedim.

Köy bir akşam saatini yaşıyordu. Kahvelerde işten dönen erkekler vardı. Bir sokakta rastladığım kapı önünde oturan iki köylü hanıma “iyi akşamlar” dedim. Eski Yaykın’dan bir iki eski kahve binası kalmıştı. Artık terkedilmişlerdi. Fotoğraflarını çektim. Önünden geçtiğimiz bakkal bizi çay içmeye davet etti. Nefis bir çay getirdiler. Tavşan kanı pırıl pırıl. Oturduk etrafımızdakilerle beraber söyleştik. Bu arada bakkala bir şeyler almak için bir Ford Fokus bir de Honda marka lüks iki araç geldi . Gelenler hocamın anlattıklarını doğruluyorlardı.

Arabamıza doğru Karacasu’ya dönmek üzere giderken iç dünyasına takılıp bu köye yerleşen hocam yanımda yürüyordu. O neler düşünüyordu bilmem ama ben BİREY OLMAK kavramını düşünüyordum. BİREY OLMAK uygar olmanın ve özgürlüğün temelidir. BİR KİŞİNİN YAPTIĞINA SAYGI DUYACAKSIN. TERCİHLERİNE SAYGI DUYACAKSIN. SERPİLMESİNE VE KENDİ DÜNYASINI KURMASINA FIRSAT VERECEKSİN.

Mersin’e gitmeyip tersine Yaykın’a   gitme işini beceren hocamızın şu sözleriyle bu yazıyı noktalıyorum:

“İnsanın doğup büyüdüğü yer insanın arkadaşıdır. Bütün bu coğrafyayla, bütün bu insanlarla sessiz bir konuşmadır benimkisi. Gittiğim yerlerde çocukluğumun ağaçları, tepeleri, kayaları…yerlerinde duruyor. Ben onlarla konuşup geçen bütün zamanlarımı yaşıyorum. Benim ruhumu şekillendiren bu coğrafyada yaşamaktan huzur duyuyorum.”