DOKTOR MESUT KAVAKLI
Bir meslek sahibi olmak için çocuklarımız çırpınıyor. Lise yıllarında hiç bitmeyecek gibi olan zorlu dershane yılları sonrasında üniversite sınavları gelip çatıyor. Onun stresi de aşılıyor ve üniversitedeki mesleki eğitim öğretim başlıyor.
Geçen bu yıllarda çocuklarımızın çoğu, derslerden başını kaldıramıyor ve pek çoğu özel ilgi alanları, hobilerine uygun zamanları bulamıyor. Gençlerimiz; edebiyat, resim, müzik …gibi alanlardan beslenemiyorlar. Antikaya, tarihe, coğrafyaya… pek de ilgi duymuyorlar. Tatil denildi mi deniz kıyılarına koşanlar ne kadar çoksa yurdumuzun bir köşesini tanımak, farklı şehirler ve insanlar görmek, bir yerde okuduğu müze için bir başka şehre gitmek isteyenler de bir o kadar az.
Oysa yaşam merak ve heyecan eksenli diyebilirim. Bir şeyi merak etmek, merak ettiğiyle karşılaştığı zaman da bir değişik heyecan duymak ve o heyecanı hayatının önüne koymak. Hissetmek, gözlemek, gözlerimizi bir kamera gibi etrafımızda gezdirirken hayat denilen koca kitabı okumak, kendi sentezlerimizle kendimiz olmak.
Bazı insanlar için bu “olmak veya olmamak” gibi bir şey. Vazgeçilmez bir iksir.
Her şey olabilir insan. Herkes gibi de yaşayabilir. Ama “kendi gibi, kendi istediği gibi yaşamak” herkesin harcı değil. Bunun için bir arka plan, bekraunt (biriktirilen bir geçmiş) gerek.
Öyle eğiteceksiniz ki kendinizi şu soruları kendinize hep soracaksınız:
Ben, bana ait olan kısacık ömrü nasıl yaşayacağım?
Hayatımın önüne hangi amacı koyacağım?
Zengin, işleri peşinde koşan biri mi olacağım?
Akademisyen mi olacağım?
Huzurlu bir aile mi kuracağım?
Mütevazi, kendi içinde anlamlı bir dünya mı kuracağım?
Sormalısınız da bu soruları. Öyle 40’lı 50’lili yıllarda değil çok daha evvelden sorulmalı bu sorular ve verilen cevap hayatınızın önüne konmalı. İleri yaşlarda sorarsanız vakit çoktan geçmiştir artık. İsteseniz de olamazsınız.
Mesleğiniz + duygusal kaynağınız= hayatınızdır.
Sizi sakinleştiren, huzurlu kılan, size keyif veren heyecandır söylemek istediğim. Maddeden uzak, başka bir heyecan bu.
Mesut Kavaklı bizim çocuğumuz. Karacasu Ortaokulunda okumuş ve sonrasında yatılı olarak okuyup doktor olmuş. Şimdilerde Aydın’da halk hekimi olarak çalışıyor.
Yukarıda anlattıklarıma uygun bir yaşam seçmiş kendisine. Hayat sazını almış eline ve kendince bir hava tutturmuş. Doktorluğunun yanına bir köyde yaşamak, bir yer evi yapmak ve bu evin içine ailesi ve kendisiyle ilgili her şeyi koymak, koyduklarıyla yaşamak, yaşadıklarıyla huzur bulmak istemiş.
Aydın’a 20 km uzaklıkta bir köyde ve Büyük Menderes Ovası’nı kuşbakışı gören bir yerde küçük bir ev yapmış; yanına da Karacasu’daki ocaklı, ekmek yapılan yer evlerine benzer bir oda yaptırmış.
Avlu kapıdan girişte 10-15 metre kadar olan yolun sağ tarafında tavukları olan bir kümes ve bir küçük odun deposu var. İki basamak çıkılınca yer evinin önündeki geniş, açık alana geliyorsunuz. Orayı da iki basamakla çıktığınızda yaşanılan ve ovayı muhteşem bir tablo gibi seyretme şansı sunan esas binaya geçiyorsunuz. Bu binada her yer anılarla dolu. Yörük Mehmet Çavuş’un(dedesi) İstiklal Madalyası Beratı, radyosu; Berber Musa amcanın(Karacasu’da berberlik yapmış bir esnaf) benim bile o dükkanda yerini bugün gibi bildiğim berber aynası, 1958’li yıllarda Karacasu’dan bir gelin büfesi, çevirmeli eski bir telefon etrafta uygun yerlerde duruyor. Bir kuzine soba da cabası.
Yer ev ve bahçe olduğu gibi her köşesiyle Karacasu diyebilirim. Metal bir iskeletle oluşturulmuş asma örtüsünün kenarlarında kırmızı, beyaz boyalı Karacasu bardakları asılı. Duvar dibinde ise Dr. Mesut’un çocukluğunda Karacasu’da gördüğü aharları(çeşmeleri) anımsatmak üzere yapılmış bir çeşme yapısı bulunuyor. Ve Dr. Mesut bana biraz üzülerek “Hocam, ustalar tam da Karacasudakilere benzetemediler.” diyor. Yani benzesin istiyor ve benzeyen olanda kendi sokaklarında dolaşır olmak istiyor. Anlıyorum,onu.
Yer oda; ocağıyla, yan tarafındaki çanaklığıyla tam da eski Karacasu’nun yer mutfaklarını andırıyor. Çanaklık ve içindeki tabakların, hemen altında olan delikli çanağın annesinin kullandığı mutfak malzemeleri olduğunu Dr. Mesut anlatırken hem o hem ben hüzünleniyoruz. Bir çocuk; annesinin tabağını,çanağını, lambasını, çıkrığını…atmıyor, benzer mekânlarda onları yerli yerine koyarak anasıyla olan yaşantısını, mutfaklarını, yemek yiyişlerini… unutmak istemiyor, benim ve eşimin yanında annesini o odaya getiriyor.
Annesini, babasını bizlere de hatırlatıyor böylelikle. Yörük Mustafa abimizin öğretmenlere ne kadar saygılı davrandığını anlatıyorum Mesut’a. Eşim de anne Ayşe’nin ne kadar çalışkan ve vefalı bir kadın olduğunu anlatıyor. O küçüçük yer mutfağında üç Karacasulu Dr Mesut sayesinde bol bol Karacasu sohbeti ediyoruz. Gasserden, haşıldan, dokuma tezgahlarından, eski çarşımızdan, sokaklarımızdan, insanlarımızdan söz ediyoruz.
Yer mutfağının içi, rafları ise onlarca gaz lambası, fotoğraf makineleri, porselen eşyalar, eski radyolar,eski el fenerleri, gaz lambaları…ile dolu. Pencerede ise Karacasu işi ucu kanaviçe oya ile işlenmiş bir perde var.
Profil demirlere asılmış Karacasu bardakları altında Dr Mesut’un bütün bu hayallerini desteklemiş olan Zekiye Hanım’ın getirdiği çayları içiyoruz. Konuşuyoruz. Beynimin içinde: “ Bunları yazmalısın.” diyen ses bazen dikkatimi dağıtıyor. Yazmak, duyduğum heyecanı yazarken tekrar hissetmek ve bu hayatı bir yudum daha içmek istiyorum.
Dedim ya hayat bir saz gibi. Herkes kendi sazını kendi bildiği ve içinin istediği gibi çalmalı. Başkaları da kendi sazlarını çalsınlar özgürce. Bütün sazların ezgilerinin benzemesi ayni ezgiyi dinleyip durmamız şart değil.
Doktor Mesut; bütün özlemlerini, sevgilerini, sevdiklerini, görmek istediklerini bu köy evinin içine KARACASU DİYE DİYE yerleştirmiş.
Dr. Mesut’un yüzüne sinmiş huzuru, sükunu fark edebiliyordum.
Not: Konu ile ilgili pek çok fotoğrafı Facebook’ta Hüseyin Kuruüzüm sayfasında görebilirsiniz