ÇOCUK, BAYRAM, KARACASU…
Bayram, Eski Bayramlar…
Bayramda mı Karacasu’yu, Karacasu’da mı bayramı yazalım? İkisi de olsun, içine çocukluğumuzu da katalım, eskileri analım.
Kendimizi bildik bileli vardı bayram. Ağaçlar, bulutlar, çiçekler kuşlar gibi doğal bir şeydi. Nedir? diye kimselere sormadık, biliyor gibiydik, yaşadık bugünlere geldik.
Her şey eskidi, eksildi; adet, gelenek, görenek, zamana yenilip yitip gidiyor. Yaşatmaya çalışanlar yok mu? Var da!. zamana kim dayanıyor da onlar dayansın. Dondurmacının, pamuk şekercinin, tatlıcının, fıstıkçının…..hepimizin aklında yeri var, hatırası var. Kızılay pulları, fotoromanlar, mandolin sesi, insanlar ve daha neler neler… Bak postacı gelmiyor artık. Minareden eli kulağında ezan okunmuyor, iftarda top atılsa da eski tadı vermiyor. Eski bayramlar, eski pijamalar, eski arkadaşlar, eski şarkılar gibisi var mı? O zamanlar çoktan geçti. Özlemesi güzel de! Gel dönelim desen gerçekten, kim dönmek ister geçmişe?
Eskiler; ”kahpe gençlik”, “aah o eski bayramlar” sözleriyle geçmişlerini hatırlar, anar, ararlar. İşte o eski bayramlar çocukluğumuza denk gelir; çoğunlukla da yaz aylarına. Afrodisyas Gazozu nerede yapılıyordu? Park kahvesi, Han kahvesi, hayvan pazarı neredeydi? Değirmenci Hakkı, Bakkal Rüştü, Halil Sucu’nun bakkalı neredeydi? Güngen Sineması nerede, ya eski köprü? Burmalı çeşme, sokak ortalarındaki dibek taşları? Şimdi içinde bizim de olduğumuz; o zamanki yaşantıyı, Karacasu’yu, çocukluğumuzu, insanları, o yerleri özlüyoruz. Eski bayramlar eskilerle beraberdi, her şey kendi renginde güzeldi ve kendi zamanında. Her gelen yeni bayram bir öncekini eskitti. Bayramlar eskidikçe şarap gibi tatlandı, antika gibi değerlendi.
Bayram biter, eski bayramlara karışır, tadı damakta kalır. Takvim yapraklarında gelecek bayramlar aranır, bakılır, planlar yapılır. Bayramlar her zaman geç gelir; çünkü beklenir. Her bayram çocukluğumdaki bayramlar gelir aklıma; öyle böyle; hüzünle sevinç arası, özlem gibi bir duyguyla beraber. Yetmişli yıllar ve sonrası… İşte eski bayramlar dediğim o zamanlar, çocukluğum bitene kadar.
Her sene yenisi gelir taptaze, bahar gibi. yaz gibi..döner döner gelir. Her sene ilk defaymış gibi yeniden yaşarız. Hiçbir bayram diğeriyle aynı değil ama hiçbir bayram diğerinden ayrı da değildir. Sonrakiler öncekilerden izler taşır, hep özlenir eskiler; gelen gideni arattıkça….. Bugünün çocukları da şimdiki bayramları hatırlayıp “neydi o eski bayramlar” diyecekler sanırım. Hiç düğün, nişan fotoğraflarınıza videolarınıza baktınız mı? Ben bakamıyorum.
Bayramın herkes için farklı anlamı var, demokrasinin tanımı gibi. Kimisi için gelenek, kimisi için ibadet, kimisine sadece tatil, Kimisi için sadece et yeme zamanı, kimisi gören olmasa akşama kadar kurban etiyle içecek… Bence bayramlar milletimizin iskeleti, en önemli değeri, en güzel rengi.
Karacasu beşbin nüfuslu küçük bir ilçe, herkes birbirini tanır, bilirdi. Bayramlar akrabayla, konu komşuyla oluyor. Gerçi Türk milleti sanki hepimiz akrabayız; teyze, dayı, nine, abi, abla, amca, dede…… derken, dilimiz kolaycacık dönüyor, hiç yabancılık çekmeden söyleyiveriyoruz. Televizyonda tesadüf ettiğim bir röportajda; ülkemize gelip yerleşen bir Kore’li kendisine uzatılan mikrofona; Türklerin birbirine akrabası gibi amca, dayı, teyze diye hitap etmesine çok şaşırdığını söylüyordu. Böyleyiz biz; bey, hanım dedin mi araya resmiyet girer, mesafe girer, hatta küsmeye kadar gider!…
İlle de yüzyüze gelinir; elle, sesle, gözle bayramlaşılırdı. Hangisi daha güzeldi, telefona mesaj mı? Edirne’den arkadaşınızdan gelen bir kartpostal mı? Hem de Selimiye manzaralı. Üstünde posta pulu da başka manzara.
Leylekler geldikçe baharda, kırlangıçlar gelip de tele dizildikçe yazda, kocakarı soğukları, pastırma yazları yaşanmaya devam ettikçe; dünya dönüyor, hayat devam ediyor demektir. Bayramlar da gelip geçecek hayat devam ettikçe…
Çocuktuk…..
Mutluluğumuzun resmini çizebiliyorduk o zamanlar. Nasıl mı? Elimizde kalemler renk renk: penceresi perdeli, önü merdivenli ev; kahverengi dağlar sıra sıra; ardında sarı boyalı gülen güneş; anne baba eleledir; bir dere dağlardan kıvrılır gelir; 62’den tavşan, yol, ağaç, çiçek, kelebek ve belki kedi köpek ama baca mutlaka tütecek…….
Hangimiz bakarak veya düşünerek bir nesneyi yerinden oynatmaya çalışmadık!!..Hepimizin başından geçmedi mi çocukluk; hoşgörü, ilgi, sevgi.. yemek, içmek kadar hakkımızdı bizim. Çayı çok şekerli içerdik. Ağlarken gülerdik. Aşkı bir günde eskitir gelir, yenisiyle silerdik. Aklımız ermediğinden masumduk, sevimliydik, Allah’a yakın bir yerdeydik.
Biz çocuklarda ne geçmiş zaman, ne gelecek zaman vardı; bize zaman hep şimdiki zamandı. Zaten çocukların eski bayramları da olmazdı. Dönme dolabın en üstünde gibiydik; heyecan, korku, eğlence… Sonra büyüdük; dolap döndü, yere indik. Sonra zamana yenildik, uyuduk, uyandık. Hayat doluyduk, gün gün boşaldık.
“Bayram da, bayramlık da çocuklara” derdi büyüklerimiz. Hem iç geçirir, hem de sitem eder bir edayla. O çocuklar bizdik. Geleceğin büyükleri, yerüstü zenginlikleriydik. Çocuklar olmasa tadı mı olurdu bayramın?
Çocukluk bayram harçlığı kesilince bitmiş demektir, büyükler artık kararını vermiştir. Siyah önlük, beyaz yakalıkla parmak kaldırır “efendim” derdik. Sonra takım elbise giydik, adam olmuş gibiydik, “hocam” dedik. Hep büyümek istememiş miydik? İşte büyüdük. Harçlık vermediler diye sevinmeli miydik?
Önce misafirliğe gitmek isterdik, gider gitmez dönmek isterdik. Kıpırdamadan oturur, öylece beklerdik. Uykumuz gelirdi. Arada çay gelirdi; dudağımız küçük ama dudak payı büyük olurdu. Misafir şekeri tutulurdu, canımız çekerdi, almazdık; kucağımıza bırakılırdı. Kolonya başımızdan aşağı dökülür, üç numara saçtan sızar ille de gözümüzü yakardı. Misafirlikte herkes kimin ne demek istediğini anlardı ve ne dediğine bakmazdı. Hayır dendi mi evet, evet dendi mi hayır anlaşılır ve ille de ısrar edilirdi. İkram etmeyi yedirmeyi severler, “sağol”, “tokum”, “yidik de geldik”, “yimiş gadar olduk” dense de duyan olmazdı. “Allah’ını seversen” denirdi, “bak bir daha gelmem”, “yemin ettim” derken, “ölümü gör” demeye kadar yolu vardı..
Bayram ziyareti de misafirlik gibiydi, aydın havası olur kısa kesilirdi. Çocuktuk ama figüran değildik, kendi bayramımızın başrolünde oynardık. El öperdik para verilirdi. Para şekerden tatlıydı; şeker para almaz ama para şeker alırdı. Para verilince istemem yan cebime koy!..tavırlarındaydık ama istemem kısmı zayıf kalırdı. Pantolon cebinde; turası ezberimde, bozuk paralar şıkır şıkırdardı. Para çoğalınca biriktirmeye karar verir, kumbaraya atardık. Sonra da dayanamaz, uğraşa uğraşa kumbaradan parayı çıkarır, bankaya yatırılmaktan kurtarırdık. Para vereni unutmaz, seneye gene giderdik. Şeker verene de giderdik ama para verir mi diye de umut ederdik.
Harçlık alınır, önce harcanmaz kimin parası daha çok diye yarıştırılır, sonra ilk soluk en yakın bakkalda alınırdı. Çocukların istekleri, oyuncakları, düşleri, bayram parasıyla alacakları farklıydı. Bayramda birkaç gün şeker, çikolatayla beslenirdik. Harçlıklarımızı leblebi, torpil, mantar tabancası, mantar, füze, dondurmayla değişirdik. Ne kadar tatlıydı; jelatin içinde kokulu helva, gül kokulu lokum iki bisküvi arasında, leblebi tozu dondurma külahında…
Ramazan ….
Üç aylarda mübarekler daha mübarektir. Bu zamanda ölene sorgu sual olunmaz denir. Herkes kendine çekidüzen verir. Ramazan ayı gelir, kulaklar ezana ayarlanır; oruç tutulur, top atılır, iftar açılır, pide yenir, teravih kılınır, yatsıdan sonra yatılır, davul sesiyle sahura kalkılır. Arife derken bayram olur. Ramazan bayramında şekere doyardık, kurban bayramında da ete doyardık. İki bayramın da kendine has tadı vardır. Ramazanla kurban bayramlarındaki aynılıklar, ayrılıklardan daha çoktur.
Oruçtan çıkılır, herkes şekere tatlıya sarılırdı, nasılsa bayramdı. O zamanlar şeker bayramı da desen, ramazan bayramı da desen sorun eden olmazdı. Şimdi bir kısmı inadına şeker, diğer kısım da inadına şeker değil ramazan diyor. Eskiden de ihtimal diyen bir tarafta, olasılık diyen diğer taraftaydı. Ayrışmak için bahaneler aranıyor, kelimeler bile alet ediliyordu. Halbuki ha ramazan olmuş, ha şeker, ha oruç bayramı, ne fark eder bayram bayramdır. Kaldı ki şeker tatlıdır. Diğer bayramlar da kısaca 30 Ağustos, 19 Mayıs denmiyor mu?
23 Nisan Çocuk Bayramıydı, hem de doğduğum gün. Ramazanda da Kurbanda da en az “Bu gün 23 nisan nasıl sevinmez insan” kadar sevinirdim. Neden bu bayramın da şiiri yok diye düşünürdüm.
Ramazandan çıkınca kurban bayramına hazırlık başlardı. Ramazandan yeni çıktık diye kurbanın tadından eksilme olmazdı.
Bayram Öncesi… Bayram Hazırlığı, Bayrama Kadar……
Bayramın tarihi bellidir. Tarih tarihe karışmazdı. Günler hatta aylar öncesinden beklenir. Evlerde hazırlıklar yapılır; perdeler yıkanır, tatlılar yapılır, ev boyanır, yufkalar açılır, ekmek edilirdi.
Ekmek 3 gün çıkmaz; fırıncılar bayram öncesi toptan çalışır; onlar da tatil yüzü görür, çifte bayram ederdi. Bayram öncesi ekmek fırından alınır ve biz de bayram ederdik. Deseler inanmazdık, annemizin sac ekmeklerini arayacağımızı sonradan. Şu hikâyedeki çocuklar gibiydik: adamın biri misafirliğe giderken ekmekleri kalmamıştır diye düşünüp, fırından ekmek alıp gitmiş. Ertesi gün evin babası misafirliğe gelen adamı çarşıda görmüş. “Ocağıma incir ağacı diktin” demiş. “Neden” demiş öteki. “Getirdiğin pazar ekmeğine alıştı çocuklar, ev ekmeğinden yemez oldular” demiş. İşte bize de pasta gibi gelirdi pazar ekmeği.
Bayramdan önce kolonya doldurulurdu. Kolonya olmazsa olmazdı. Yeni alınan kolonyanın ağzı toplu iğneyle, dikiş yada çarşaf iğnesiyle ya da çuvaldızla delinirdi. O zamanlar kolonyayı eczacılar, dondurmayı dondurmacılar kendi yapardı. Tariş şişesine doldurturduk. İçine plastik çiçek atardık. Kolonyanın eczacıdaki cam düzenekte, önce lastik fıs fısla üstündeki tüpe, sonra da oradan hızla şişeye dolması çok hoşuma giderdi. O yüzden doldurtmaya gönüllü giderdim.
Bayram öncesi kurabiye, baklava yapılır, şeker, fındık, fıstık alınır, bayrama yetişsin diye biz çocuklardan saklanırdı. Bayramdan önce alışveriş listesi yapılmasa da, farkında olmadan eksik gedik gözden geçirilir, yavaş yavaş tamamlanır. Unutulanlar ya arife günü ya bayramda hatırlanırdı. Tabi ki geç kalınırdı.
İzinler alınır, yol hazırlığı yapılır, anneler elbise diker, hediyeler alınır, yeni ayakkabı alınır, eskisi boyanır, gömlekler kolalanır, ütüler yapılırdı. Hazırlık telaşı herkesi sarardı. Kazanlar kalaylatılır, satır bıçak bilenir, doğrama kütüğü, ip, zincir, kasap ayarlanırdı. Annem ve ablalarımın hepsine fazlasıyla iş vardı. Bayram temizliği başta, yapılacak çok iş vardı. Adamlar, çocuklar berbere gider, tıraş olurdu. Dedeler nineler, bozuk para, mendil, çorap hazır ederdi. Bakkallar, berberler, herkes nasiplenirdi. Bayram kedi köpeğe kadar, bileşik kaplardaki su misali her şeye sirayet ederdi.
Görüşmek için randevular bayrama verilir. Bir taşla iki kuş vurulur. Bayramda gelmişken kız görülür, beğenilir, istenir, sözlenilir. Kızlara nişanlısı kurban alırdı. Bayramlar eskilerin çeşme başı gibidir. Bir millet bir araya gelir, hal hatır sorulur, toplumun arasına harç konurdu.
Uzakta olup da gelemeyenler, ölenler anılır, sevinç denizinde üzüntüler harmanlanırdı. Sela duymak istemez; bayramı görmeden ölenlere iki kat fazla üzülürdük. Kaybettiklerimiz de unutulmaz mezarlığa gidilir, onlar da ziyaret edilir, eskiler yâd edilir hatırlanır, ölümle yüzleşilir, hayat gözden geçirilirdi. Adaklığın varsa bayramdan önce kesilirdi. Mezarların, otu çöpü temizlenir, bakım yapılırdı. Biz çocuklar da fırsat bilir; kırdan bayırdan mersin dalı keser, tomar tomar desteler, camiye yakın bir yerde satmaya götürürdük. Hazırlıklar bayrama kadar sürer; son gün doruğa çıkardı. Kadınlar bir hamarat, bir hamarat arife günü akşamı geldi mi, herkes kabule hazırdı. Tüpün de eli kulağındaydı, bitmesi yakındı.
Üç dört yaşındaydı yeğenlerim, Konya’dan annesiyle Karacasu’ya geldiler. “Babanız nerde” diye sordum. “Garajda el sallıyor” dediler. Gurbete gidenler için de böyleydi; geri dönünceye kadar her şey bırakıp gittiği gibiydi. Ne zaman ki döndüler geriye, o zaman anladılar ki; her yer, her şey değişmişti. Almanya’da Türk, Türkiye’de Almancı oldular; memleket de elden gitti. Bayram etmek için memlekete gelirler ama onlar için bayram memlekete gelmeleriydi. İki bayram yaşıyorlardı ve yaşatıyorlardı. Yolları uzundu. Yol bitene kadar, hem heyecandan hem de meraktan, onlar da bekleyenleri de uyumazdı. İzinleri Temmuzda olur. Arabalar siparişlerle doludur. Marllboro, kahveci güzeli resimli duvar halısı, hala vitrinde duran hiç kullanılmayan cam fincanlardan almayan kalmadı. Bırakıp gittikleri çocukları avutacak hediyeler getirirlerdi ama asıl hediye kendileriydi.
Kızlar eli kınalı, elbiseler duvardaki çivide asılı, ayakkabılar başucunda, uyur uyanık sabahı beklerdik. Zeytinyağlı kalıp sabunla yıkanır, ak pak olur, mis gibi sabun kokardık. Tertemiz olurduk, tertemiz yeni elbiselerimizi giyerdik.
Bayram Namazı…
Namazla başlamazsa; bayram eksik gibidir. Bayram sanki namazla başlayınca hak edilir. Bayram namazları hem vaciptir, hem adettir hem de en devamlı ibadettir. Hoca Nasreddin karısına akşamdan birkaç kez üst üste: “beni sahura kaldır”, “beni sahura mutlaka kaldır” diye üsteleyince. Karısı : “Bey sen oruç tutmuyorsun ki sahura neden kalkacaksın”, deyince. Hoca: Farzını yapmıyoruz diye sünnetini de mi yapmayalım yani, demiş ya! Ne güzel ifade etmiş çelişkiyi ünlü düşünürümüz. Camileri cuma namazından kalabalık görünce, aklıma hep bu fıkra gelir.
Yarın bayramdır; gün önceden, dışarıdan gelenlerle konuşa konuşa vakit geçer, geç yatılır. Gazeteye takvim yaprağına bakılır, bayram namazının saati öğrenilir. Sabaha kalkmamayız endişesiyle, saatler kurulur, o da yetmez, içimiz rahat etsin diye anneler tembihlenir. Anneler zaten uyumaz gibidir. Sabah saat çalar ama annelere güvenerek biraz daha uyanık şekilde yatılır.
Abdest alalım, halıyı seccadeyi aldın mı derken, yola koyuluruz. Gittiğimizde her zaman cami dolmuş olurdu. Bayram namazı için yer bulmak lükstü. Hangi cami daha boşsa orası tercih edilirdi. Kolunun altında seccade halı olduğu halde, yanında oğluyla yürüyen adam görmek sıradandı.
Hoca her bayram namazında tarif eder, yine de millet birbirine bakardı. İyi ki dinleyenler var tarifi. Hoca her bayram barışın derdi, ama küs olanlar ne hocayı ne bayramı dinlerdi, Duymazdan gelinirdi, bayramda da küs gezilirdi. Söylemek hocanın göreviydi, adettendi. Yirmi yıllık dostlar pire için yorgan yakarlar, incir çekirdeğini doldurmaz meselelerden küserler; Bayram vesilesiyle barışalım da demezlerdi. Hatta yeni küslükler eklenirdi. İnsan insanın kurdu ya! Sanki akraba akrabanın akrebiydi. Kesilecek hayvanların özellikleri sayılırdı ama zaten herkesin kurbanlıkları hazırdı. Almadan önce söylemek lazımdı. Yine de bu son uyarı muhakkak yapılırdı. Cep telefonu çalmazdı. İki çocuk yan yana durdu mu oynamaya başlardı.
Sonra aklımda kalan teşrik tekbirleriydi; tekbiri, tekbira, tekbir…“Allahü ekber Allahü ekber la ilahe illAllahü vAllahü ekber Allahü ekber ve lillahilhamd” …artık ister istemez birkaç gün dilimde kulağımda gezinirdi bu sözler.
Namazdan çıkıp, cemaat camiden dağılınca, cami çıkışında bayramlaşmalar olurdu. Kahveler bayramda hep açıktır, kahveye gidilir, bir çay içilir, bayramlaşmaya devam edilir, sonra vakit gelir, eve gidilirdi.
Bayram Sabahı……
Gecenin siyahı söner, gün aydınlığa döner; sabah olur, bayrama uyanırdık. Günün şavkı Babadağ’dan ışıdıkça renkler yerine yerleşir. Bir serinlik içimize sinerdi. Bayram sabahı sanki yeni bir sayfadır; ilkokula başlamak gibi. Bu gün erken kalkmak mecburendi.
Erkekler namaza giderken kadınlar ateş yakmaya başlar. Namazdan dönülür. El içine çıkılacaktır. Babam sakal traşı olur. Eski elbiseler giyilir, Kurban işine girişilirdi. Manzarada; elde çapa çukur kazan, ateşin üstünde kaynayan kazan, kurbanlığı tutan, sulamaya çalışan, çeşmeden hortum uzatan, ağacın dalına ya ip ya çengel asan, sonra da tartıp bakan, bıçak soran, tepsi, sini soran yılda bir kullanılan et doğrama tahtasını arayan, bağırıp çağıran… bir telaş bir telaş. Et işleri bitince eskiler çıkarılır, banyodan sonra, yeniler giyinilirdi. Kurbanda biraz geç başlar, bayramlaşmalar. Önce kurban sonra bayramdı.
Et dinlenmeden pişirilir, kahvaltı kavurmayla yapılır, ciğer kavrulur, kokusu savrulurdu. Her yer mis gibi et kokardı.
Bayramın üçüncü, dördüncü gününün sabahları, anneler maharet gösterir; hep beraber iç içe, biz bize, diz dize, demli bir çay eşliğinde, börekli, çörekli, katmerli kahvaltılar yapılırdı. Anneler bayramlarda hiç yorulmazdı.
Bayram Etmek….
Bayramlarda büyüklerde toplanılır, Büyük küçük bilinir, teyit edilirdi. Bütün toplum kavuşur, kucaklaşır her yer cıvıl cıvıldır. Bayram; anne, baba, dede, torun, hısım akraba bir araya gelmek; el öpmek, öptürmek…. demek, ille de memlekette olmak gerek. Sevdiğine sevgisini göstermek, sevildiğini bilmek zamanıdır. Sevinçler paylaşılır artar, üzüntüler bölüşülür azalırdı. Bir gülümseme diğerine bulaşır, büyür büyür büyürdü. Aileler, akrabalar birbirini hatırlar, kenetlenir; alış veriştir bayramlar, sevinir sevindirir insanlar. Bayram havası; göle atılan bir taşın dalgası gibi yakınlardan başlar, uzağa doğru halka halka yayılır.
Kurban Bayramı hac zamanına denk gelir. Gidenler kendi adına sevinir, kalanlar da onlar adına sevinir. Kurban da hacda kesilir. Hacılık önemlidir. Dönünce yeni ve tertemiz bir sayfa açılır; sonra o yeni sayfa yavaş yavaş eskir, eski haline döner. Gidip gelen hacı olmuştur, doktora ünvanı gibi kullanır. Hacı diye anılır, kendisi de benimser, hatta arabasının arkasına “hacıabe” yazdırır.
Bayram boyunca mutluluk hormonu salgılanır; tatlı yenilir, tatlı konuşulurdu. Şeker lokum yanında bir de kolonya ikram edilirdi. Öptüğümüz eller et kokardı ve bazıları nemliden fazla ıslaktı. Hiç ete bulaşmadıysa tütün kokardı. Çaresi bol kolonyaydı. Köylüler tütün kolonyası, zambak kolonyasını severdi. Ben de severdim. Dedeler küçük, ince, uzun şişelerinin kapaklarını özenle çıkarır; kesinlikle hoşunuza gideceğinden emin oldukları gül yağını, elinizin üstüne sürerlerdi.
Herkesin kafasında bir bayramlaşma planı vardır. Yakın yerlere gidilir gelinir; ziyaret edilirdi. Onun çocukları “bize geldi siz de gidin”, “gelmedi siz de gitmeyin”. “Bizi saymadılar” “saydılar geldiler” denir; ona göre ya gidilir ya gidilmezdi. Çocuklar ne yapsın, karar büyüklerindi.
Yeni gelin yeni damat hiçbir akrabayı es geçmez, eğer küs değilse. Eşler aynı köyden, memleketten değilse; önce kimin tarafına gidilecek tartışması olur. Neticede oğlanın büyüklerine önce gidilir ama yol üstündeki çiğnenip geçilmezdi.
“Bayramın mübarek olsun” amca, dayı, teyze, dede, nine denir, el öpülür, oturulur. El öpene “el öpenlerin çok olsun” “su gibi aziz ol” “çok yaşa” denir; mendil çorap verilir, çikolata verilir en iyisi de harçlık verilirdi. Baş sıvazlanır. Göz göze gelinir, sevgiyle bakılırdı; önce güleryüz ikram edilir. Sonra permutasyon hesabı gibi; herkes birbirine teker teker hal hatır sorardı. Biz gidilen yerde kıpırdamadan otururduk. Bu da misafirlikti neticede. Şeker almazdık, kucağımıza atar, bırakır veya koyarlardı. Kolonyayı başımıza gezdirirlerdi; üç numara traştan gözümüze, boynumuza, bir serinlikle beraber sızardı, sanki şişeyi boşaltırlardı. Çay uzun işti, kahve, gazoz, reçel suyu, limonata, şerbet, ayran içilirdi. Uzaklar yakın olur, kulaklar çınlar, eskilerden bahsedilir, laf lafı açar, konu uzar da uzardı. Menemen soğanlı mı olur, soğansız mı? muhabbetine kadar oturulurdu. Bayramlar sosyal bir faaliyetti. Aranır sorulur, bir araya gelmeye sebep olurdu. Bütün millet aynı anda bayramdaydı.
Bayramda doğanların adı bayramdı. Kadir gecesi doğanın adı kadir, Ramazanda doğanın ramazandı. Çoğumuz, bademler çiçek açarken, harmanda, orak zamanında doğmuşuz. Yani doğum günümüz değil, mevsimimiz var. Burcumuz bile yok ki yükselenimiz olsun. Belli zamanda doğmayan cüzdanda yazan tarihe terk edilmiştir. Cami avlusu gibi..
El Öpmek…….
Bizde el öpmek âdetti, gelenekti, görenekti. Büyükler ellerinden, küçükler gözlerinden öpülürdü. Eli öpülecek adamlar, genelde elini öptürmek istemez; tevazu gösterirdi. Eli öpülmeyecek adam da tokalaşmak isteyene dahi elini öpme pozisyonunda verirdi. Küçük bir talebe ısrarla hocasının elini öpmek istemiş. Hocası da: Evladım İslam’da el etek öpmek var mı? vazgeç bu sevdadan deyince, Talebesi : Hocam! Benim vazifem elinizi öpmektir, Sizin vazifenizse elinizi öptürmemektir. demiş.
Çocuğa zaten her şey yenidir. Okuldur bayramlar; bayram namazına gitmeyi, kurban pazarlığını, kurban kesmeyi, el öpmeyi öğrenir. Çocukluktaydı bayramlar el öpmeyle kazanılırdı paralar. Bazı çocuklar demeden öpmezken, bazıları da oldukça hevesliydi. Aynı şey harçlık için de geçerliydi. İstemem denir, verecek olan ısrar ederdi. Hepsi almak ister ama bazısı havada kapar, bazısı utanır alır, bazısı nazlanır alır, bazısı da zorlatır alır. Bayram harçlığı bazen açıktan, elden ele avuç içinden gizlice verilirdi. Gizli alınan harçlığın ne kadar olduğuna sonra sakin bir yerde bakılırdı.
Önce kurbanlar kesilir; el öpmek giyinmekten sonraya kalırdı. Yıkanıp giyinmeden, hepimiz toplanmadan el öpülmez; bayramlaşılmazdı. Bayramlaşsak da içimize sinmez; giyinince toplanıp tekrar bayramlaşırdık. İlk defa bayramda giyerdik bayramlıkları. Uzun yakalı gömlekler modaydı, İspanyol paçaları karışlardık, topladığımız harçlıkları yarıştırırdık.
Kâğıt para verilirse kaç lira olduğuna bile bakmazdık, hele bir de yeniyse değeri daha da fazlaydı. O zamanki bozuk paralar da bir başka güzeldi. Hep aklıma gelir gülerim kendi kendime..Buhur dedenin gözleri iyi görmüyordu; yolda elini öptük 1’er lira verdi. Çok verince dayanamadık, yan sokaktan koşup, önüne çıktık bir daha öptük, 1’er lira daha verdi. Zaafından yararlandık! aldığımız paradan çok bizi tanımadığına sevindik.
Bayramda el öpmeye gittik, dünürlerin evindeki hayattan eski evimize baktık; gözümde eskiler canlandı. Giden gitmişti ama unutturamamıştı hala zaman. Evimiz çıkmaz sokaktaydı; geldiğimiz toprak yoldan dönerdik. Evin içi ocaklı, üstü kırmızı kiremitli ve bacalı, geniş avlu kapılı, bahçeler türlü ağaçlı, dışı kireçle boyalıydı. Evi evden, tarlayı bahçeyi birbirinden örme taş duvarlar bölerdi.
Akrabalarımız Aydın’da, İzmir’de, Nazilli’de, Biresse’deydi. Biresse Karıncalıdağ’’ın arkasındaydı, Karacasu’ya göre ötüyüzdeydi. Uzak gelirdi, kalabalıktık, gidemezdik; kendi kendimize konu komşu bayram ederdik. Büyüklerimizin büyükleri, bizim daha büyüğümüzdü. İki büklüm Halil dede ve hanımı Fatma Nine, Müezzin Cemile Nene, Karayen Sıddıka Nine, Şahsiye Teyze, Sevim Teyze…. beni çok severdi. Ben de onları. Güllü Teyze hep siyah giyerdi, gülmezdi, çocuğu yoktu, gördüğü yerde bize kızardı. Biz de hep korktuk, bir fırsat bulup sevemedik. Hepsinin mekânı cennet olsun. Annemden akraba Yörük Meemet vardı. Her bayram ailece giderdik. Efe kızanıymış. Mangaldaki közün üstünde cezve, cezvenin içinde kahve ve çıkrık her bayram aynı yerindeydi. Sohbet de aynı gibiydi..
Televizyon…..
Radyoların radyo olduğu zamanlar; arkası yarınlar, türküler, şarkılar, “bir sonraki şarkı benim der”, kaderimize ne çıkacak beklerdik. Televizyon yokken, insanlar yüzyüze bakardı. Televizyon çıkınca kimse kimsenin yüzüne bakmaz oldu. Hele bayram programlarında siyah beyaz ekranlara kilitlenir, bütün millet aynı şeyleri izlerdik.. Şimdiki kurban kaçmaları, acemi kasap maceraları, trafik kazalarının yerinde ne olurdu hatırlayamıyorum. Demek ki, ajansları dinlemezdik.
Beklemek…
Karacasu’nun bayram nüfusu fazladır. Uzaktan gelenler olur, herkes memleketine toplanırdı. Nazilli’den, İzmir’den, İstanbul’dan, Almanya’dan iki bayramdan birinde mutlaka gelirlerdi. Bir kaç ay önceden gözler yola düşerdi. Bayramların yeri takvimde belliydi ve sabırsızlıkla beklenir, beklendikçe de zaman geçmezdi.
Herkes bayramı bekler, bayram gelir; büyükler bir yere gitmez evde çocuk, akraba bekler. Küçükler de büyüklere gider. İnsanlar sevdiğini beklerdi. Çocuklar el öper para bekler, kesmeyen et bekler. Bayram büyüklerin yanındadır, yolların ucunda büyükler durur. Tek başına bayram olmaz. Yalnız olanların yalnızlığı daha da büyürdü bayramda. Yalnızlık birisinin gelmemesi değil, birisini beklemekti ya da beklediğinin gelmemesiydi.
Fakir fukara, garip gureba da bayramı beklerdi. Çünkü bayramdan herkese bir hisse düşerdi. Kızının başını okşarken başı okşanmayan yetimleri; sevinirken bayram edemeyenleri ve et yerken yemeyenleri de düşünmek zamanıdır. Sevinçleri, üzüntüleri ve varı, yoğu paylaşmak zamanıdır.
Selam versin diye o ondan, o ondan bekler derken; geç kalırlar ve selamsız geçer giderler. Sonra da selam vermedi diye birbirine küserler. Selamı önce veren kibirden arınmıştır denir. Bekleyenleri bekletmemek lazım..
Kurbanlık ve Kurban……
Allah bedelini vererek müslümanların canlarını ve mallarını teslim almıştır. Mal ve mülk onundur diyorsak, neden onun istediği yere vermiyoruz. Allah için kesilir, O’nun adı okunur, O’nun rızası içindir, O’nun dediği yere verilir ve imanına delildir. Bir yandan Allahın emriyle karınca incitilmiyor; diğer yandan da Allah yolunda olunca kurban kesiliyor. Allah için bir cana kıyabileceğinin ve paranı, malını O’nun yolunda harcayabileceğini gösterir. Zaten can da mal da O’nundur, O’na dönecektir. Kurbanın ölüsü de dirisi de ibadettedir. İnanmayana göre; yapılanlar düpedüz sokak ortasında vahşetti. Belki bayram, Hz İbrahim’in sevinciydi ve öyle başladı. O imanını test etti, evladını kurban edecekti. Biz böyle bir inanç ve iman testine hiç tabi tutulmadık. Şükür.
Bayramdan önce pazar yeri, bayram yeri gibi canlı ve bereketlidir. Hayvan pazarı ayrı bir yerde kurulurdu. Hayvanlar getirilmeden önce iyice doyurulurdu. Müşteri bekleyen sürülerin çobanı hayvan sahibi ve müşteriler kimi bekler kimi dolaşır, bir arayış bir bekleyiş ve bir telaş yaşanır. Bazıları sürü getirir, bazıları da beslediği 2 tane koyunu keçiyi getirirdi. Bayram günü dahi Pazar dağılmaz, satılmayan mallar beklerdi. Kurban almaya evin adamı gider; yanında çocukları da alıcı çırağıdır.
Karacasu’lular iyi pazarlık ederler, ille de buçuk aşağıdan almak isterler. Pazarın bereketi pazarlıktadır. Bir bölge gezisinde; geziye katılanların çoğu çayı şekersiz veya tek şekerli içince, çay bahçesiyle pazarlık etmeye çalışmışlar diye duymuştum. Hatta ablamdan duydum. Karacasu’ya Şok Marketi yeni açılmış. Köylülerden bir adam iki paket hazır tavuk almış. Kasiyer kız “18 lira tuttu” demiş. Adamsa “iki tane aldım bak, 15 liraya ver alayım” demiş. Kız “olmaz” dedikçe adam da “oluversin ne olcak” diyormuş. Sonunda kız “kesinlikle pazarlık yok, üstünde yazılı tutardan olacak” deyince; adam da “sen bilirsin” deyip, tavukları almadan bırakıp gitmiş. Yani Karacasu’da pazarlık yapmak normal, yapmamak anormaldir.
Pazarlık için iki kişi gerekir ama alış veriş için eller tutuşmuşsa; en az üç dört kişi toplaşır. Bir taraf karlı çıkar, o da muhakkak alıcıdır. Pazarlığın dibi satış rakamıdır. Eller tokalaşır gibi birleşir, sıkılır ve salladıkça sallanır. Uzlaşma başlamıştır. Herkes hayrına arayı bulmaya çalışır; manzara görmeye değerdir.
– Tamam de! tamam de!
– Vallaa olmaz
– Tamam işte, tamam yaaa!
– Ya abe, olmaz dedim yaaa!
– Hadi hadi, iyi sööledi..
– Accık daa inive
– Daa aşaa olmaz abe! En son dediğim gibi…
Bırakıp gider gibi olurlar, tekrar eller elleri yakalar, yakalattırılır. Başa dönülür. Alıcıyı çekeleştirenler olur, etmez diyenler, mırıldanıp akıl çelenler olur. Koluna girip başka hayvan için ayartmaya çalışanlar bile olur. Pazarlıkta ne senin dediğin, ne onun dediği, ortası olmuştur. Derken satış olmuş bitmiştir. “Hayırlı olsun” denir. “Hayrını gör” denir. Çobana, çoban salık parası verilir. Çobanın sevinmekten başka çaresi yoktur. Böyle böyle alına satıla, pazarda fiyatlar netleşir, üç aşağı beş yukarı dengelenirdi.
Çakı bıçak sapı yaparız diye, boynuzlu alınırsa sevinirdik. Çakı sapı yaptırmak için boynuzları hep kestirip sakladık ama hiç yaptıramadık. Üstüne binip de Sırat köprüsünden kolayca geçirecek bir kurbanlık beğenilir önce, hayvana alıcı gözle bakılır, sırtına el konur, bastırılarak ve ileri geri yapılır yağlı mı bakılır, tartıp kaldırmaya çalışan olur. Kurban herkesin gücüne göreydi, gücü olan keserdi, farz değildi.
Hayvana mal denir, satılınca adı kurbanlık oluverir. Kurbanlığa hayvan gibi davranmamak gerek, insan gibi davranmak gerek. Kurbanlıktı ve kutsaldı o yüzden iyi davranırdık. Alınca çarşıdan 3 kişi zor getirirdik. Keçi keçilik eder; bir türlü gelmez, yerde sürüklenir, direnir, hep geri gitmeye meyillidir.
Herkesin bir kurban macerası vardır. Kaçan kurbanlık kesilmez derler ama ben yakalanıp da kesilmeyenini görmedim. Kaçan bulunan hayvanlar belediyeden ilan edilirdi, bulunan önce kır bekçisine teslim edilirdi. “Allah sevindireceği kulunun eşeğini semerli kaybettirir, semersiz buldurur, gene de sevindirirmiş” denir.
Bayrama 3-4 ay varken 3-4 koyun veya keçi alınır, beslenirdi. Biri kesilmek diğer ikisi satılmak içindi. Üç kardeştik hangimiz bakacak? hepimizin işi hiçbirimizin işiydi. İlk günler güzel gelirdi, eğlenceli olurdu. Sonraki günlerde bakmak zor gelir, oyun ağır gelir, ayağımız bağlanır kalırdı. Bayrama kadar her gün babama hesap verilirdi. Babam akşama soracak: Güttünüz mü? Suyunu verdiniz mi? Dal kestiniz mi? Yemini verdiniz mi? Güden bilir bunu; “iki koyun gütmek” kolay değildi, sorumluluk isterdi. Hayvanların dili mi var? Verirsen yer, vermezsen ne yer ne içerdi? Onun günahı bile yeterdi. Zamanla elimizde büyüyen kurbanlıklar arkadaşımız olmuş ve hepsine birer isim konmuştur. Kesilince, hem ağlarım hem giderim misali hem sevinir hem üzülürdük. Hepsi satılsın biz ayrı bir tane alalım isterdik. Bizi dinleyen kim? Çocuktuk ya! Zaten koyunu keçiyi bir iki günde unutmuş olurduk.
Koyun keçi sahibinden, sürüsünden ayrılır, ilçeye iner, sesleri gündelik sesler arasına girerdi. Arabaların traktörün arkasında kesilmiş iki dal meşe ya da çalı evlere taşınır. Kurbanlığın ipi bir ağacın yükseğine bağlanır ve dolaşmasın diye ip kısa tutulur. Beğiren hayvan sesleri dikkat çekmezdi.
Evin bahçesinde keçi aldıysak kılı kırkım makasıyla kırkılır; koyun aldıysak zeytinyağlı kalıp sabunla yıkanır, kınalanırdı. Sonra da gezdirilirdi. Oğlak keçiye çalı ve dal kesilirdi, suyu tuzlanır, evlerin kapı önüne bırakılan karpuz kabukları toplanır, doğranır ve kepekle karılıp yedirilirdi. Derisi çabuk sıyrılsın, yağını tutsun diye suyuna tuz atılırdı.
Annemde hikâye çoktu. Yere tuz döksek; “ahrette kirpiğinle toplayacaksın” der. Sofrada ekmek yemek kalsa; “yiyip bitirmezsen beni beğenmedi diye arkandan ağlar” derdi. Koyunlar, keçiler “doğduğundan beri kurban olmak için dua ederler” derdi. “Sırat köprüsü kıldan ince, kestiğin kurban geçirecek kabul edilirse” derdi. O yüzden kurbanın sağlıklı, boynuzlu güzel güçlü görünenini seçerlerdi. Bunlarla acımız biraz olsun dinerdi. Kesilen danaların 7 kişiyi sırattan geçirmesini hayalimde canlandırırdım.
Bir beslenme uzmanı anlatıyordu televizyonda, insanın yılda en az bir kez et yemesi gerekiyormuş. Eee insanın da köpek dişleri yok mu? demek ki et yemek de doğasında var. Yaş geçtikçe alışkanlıklar insanı yönetmeye başlıyor; yediklerimiz içtiklerimiz monotonlaşıp aynılaşıyor. Geçmiş bir ayınıza bakın genelde aynı şeyleri yediğinizi göreceksiniz; dün ne yediğimizi unutuyoruz belki ondandır. İyi ki mevsimler var da mecburen farklı sebzeler yiyoruz. Evvel zamanda insanlar idam edilmezmiş; idam edilecek adama en çok hangi yemeği seviyorsun diye sorarlarmış. Adam kuru fasulye mi dedi. Artık hep kuru fasulye verir başka bir şey vermezlermiş. Derken adam yetersiz beslenmeden, sabit gıda almaktan zamanla ölür gidermiş. Öldürüp de günaha giren olmazmış.
Meşe odunu, kömür, mangal, ocak hazır edilir. İp çengel hazırlanır, bakır kaplar kalaylanır, satır bıçak bilenir, kazma kürek hazır edilir, asma yeri kesme yeri keşfi yapılır, sonra da beklenir.
Herkesin acelesi vardır, halbuki aceleyi bile yavaş yapmak lazımdır. Uzaktan gelecek varsa kurbanlığın kesilmesi ertelenir yoksa bekletilmezdi. Annem namazını kılar gelir, özenle seçtiği başörtüsü başındadır;
Kim kesecekse bıçak önce onun elindedir,
Bıçağı anneme verirler
Sonra annem “kurbanımı kesiver” deyip bıçağı geri verir,
Sonra kesen hızlı hızlı “vekilin olam gurbanını çalıverem mi”
Annem anlamaz Ne? der,
Diğeri bu sefer biraz daha yavaş “vekilin olam gurbanını kesiverem mi”
“kesiver” dendikten sonra,
kesecek olan dua mahiyetinde hızlıca okur, biz tekbirden ötesini anlamazdık.
Hep kurbanın gözlerine bakardım; kulağıyla kapanmadan önce, kurban olduğuna sevindiği o manayı gözlerinde arardım. Kurbanlık yan yatırılır, ayakları bağlanır; arka ayaklarından biri boşta bırakılırdı, canı o ayağından çırpınırken çıkardı. Bıçağın keskin olmasına önem verilir, bıçak bıçakla bilenirdi. Yağlıymış, besiliymiş, kanı çok aktı… denir. Kurbanın arka ayağının içinden yarılır; oklava ya da düz bir değnek o yarıktan sokulur, yol açılırdı. Sonra da derisi kolay sıyrılsın diye, ağızla veya hortumdan bir parça kesilip onunla şişirilirdi. İyice şişince dört ayak yukarıya kalkardı. İki kere de pat pat vurduktan sonra, arka ayaktan yüzmeye geçilirdi. Deriye dikkat edilir. Tulum mu yarma mı? diye sorulur. Sonra ipe, çengele bir iki kişi zorlanarak asar. Derisinin bazı yerleri yumruklanarak zor yerleri de bıçakla yüzülür. Boynu en zor yeridir, ne çıkmaz deridir! Ciğeri şişirilir, iyice şişince bir düğüm atılır bıçakla çentilirdi. Karnı bağırsakları sıradadır. İnce bağırsakları yılan yutmuş gibi sıyrılır, alınır. Kalın bağırsaklar, iç organlar; hamur yoğurulan bakır leğenin içine atılırdı. Eti parçalanırken, sağı mı solu mu dağıtılır? diye sorulurdu. Kime göre sağ, kime göre sol? Kim kesmiş, kim kesmemiş, öğrenilir edilir. Verecek yer kalmazsa jandarmaya gönderilir.
Fakir et gelecek diye sevinir mi? kurban kesmedim diye üzülür mü? bilmem. Yalnız kendi yemediğini, kendi giymediğini başkasına vermemek gerektiğini bilirim. Misafir sever milletiz, karpuzun ortasını kendimiz yemez misafire veririz. Kurbanı dağıtırken de bu hassasiyeti korumak lazım. Kendin alıyor gibi vermek lazım değil mi? Günümüzde ihtiyaç sahibi fakirlerin bile, borç harç kurban kesmeye çalışmalarının sebebi bu hassasiyete dikkat edilmemesi olabilir mi? Alan “Allah kabul etsin”, “Allah razı olsun” der. İbadet yerine gelmiştir, gerisini Allah bilir. Kurbandan sonra yaz da olsa yağmur yağar. Mucize gibidir. Kurban kanı yıkanır. Kurbanlar kabul edilmiş gibidir. Kurban yavaş yavaş yenir eksilir, dağılır eksilir, eti bir yere, kellesi bir yere, derisi bir yere. Derisini hemen iri tuzla tuzlar, deriyi tuzu içine gelecek şekilde katlardık. Deriler eşekle toplanırdı: Okula, camiye veya Türk Hava Kurumuna verilirdi. O da değilse namazlık yaptırılırdı. Nedense Türk Hava Kurumu denince akla deri, deri denince akla Türk Hava Kurumu gelirdi. Yemediğimiz yerlerini gömerdik; kutsal gelirdi bize; hiçbir şeyini israf etmezdik. Kurban farz değildi ama bilmeden “yiyiniz içiniz israf etmeyiniz” ayetine dikkat ederdik.
Dışı karalı, içi kalaylı bakır haranı sacayağının üstünde; altında odun ateşi, kapağının üstüne taş bastırılmış içinde kemik aşı fokurdar. Ara ara gidilir etin üstünden kefi alınır.
Yemek vakti gelince yer sofrası kurulur; altta kasnak, üstünde sofrabezi en üstte de kalaylı koca sini olur biz de çevresine dizilirdik. Dalak böbrek hemen köze atılır, akciğer karaciğerle karıştırılıp soğanla beraber kavrulurdu. Bir diğer tencerede de et kavrulur, kahvaltı yerine sofraya bunlar konurdu. Sura dolması, gumbar, kemik aşı, yahni, kelle sonraya kalırdı.
Babam balık, lokma ve kebap yaparken sabırsızdı; saman alevi gibi çabuk parlar, çabuk sönerdi. Canı tezdi. Kurban kesme zamanları da herkesi telaşa verirdi. Öyle ki, insan adını bile şaşardı. Annem aceleden kızların hepsini sayar, kimi çağıracaksa en son onun adını söylerdi. Ailede iş bölümü yapılmaz ama herkes ne yapacağını bilirdi.
Bıçak, satır, kütük, kasap.. hepsi bilenmişti. Acemiydi kurbanlık; ilk ve son kez kurbanlık oluyordu. Bayram öğrenilir ama daha çok öğretilir. Kurban kesilirken yıllarca berber çırağı gibi seyrettik. Kurban kesmeyi biliyoruz diye biliyorduk. Keseceğimiz güne hazırlandık. Horoz bile kesmiştik. Babam kasaplık da yapmıştı zamanında, şiir gibi keserdi kurbanı. Zamanla takatten düşünce, bayramdan bayrama gördüğümüzle ve babamın desteğiyle biz kesmeye kalkıştık. Hani bir fıkrayı anlatmaya başlarız da yarısına gelmeden unuttuğumuzu anlarız ya, bize de öyle oldu. Üç kardeş iki kurbanla akşamı ettik. Bir daha mı? Kendimiz kesmeye tövbe dedik.
Herkes annesinin yaptığını yerdi. Komşuda kelle yenmezdi. Kelle yemeyenler, verecek yer ararlar. Önceleri evlerde maşayla ütülürdü kelleyle ayaklar, bir yandan da karın temizlenir, kelleye eklenir. Son zamanlarda demircilerin işi oldu. Demirciler bayram öncesi satır bıçak sürtme, bayramda da kelle paça ütme işiyle uğraşır; arada bayram ederler.
Eskiden tarım ülkesiydik biz. Koyun kuyruklu olurdu, Yağı kuyruğunda olurdu. Ülkemiz doğunun en batısında ve biz de ülkemizin en batısında. Doğudan hayvan gelmezdi, kimse danaya girmezdi. Egede ortak işe girilmez; koyun keçi alınır kesilirdi. Keçi genel adıydı, ben oğlak erkeç keçi teke nedir bilmezdim hepsi aynı gibiydi. Kokoreç yapma denemelerimiz, bumerang maceralarımız gibi hep başarısızlıkla son buldu. Buzdolabı yoktu. Fitil et dediğimiz kavurmadan yapar saklardık, sonra da çıkarır çıkarır kullanırdık.
Üçüncü gün sebze yemeği aranırdı. Tatlıdan, etten, kokudan bıkardık. Hasta ve yaşlılar, yememesi gerektiğini bile bile et yer; hastaneye kalkar, hastane acilleri dolar taşar. Hastaneler hazırlıklıdır, beklerler. Elini ayağını keseni mi, şekeri fırlayanı mı ararsın. Yakınlarına da kendilerine de bayram o gün bitmiş olur.
Nazilli’de gencer olurdu. Ben hiç gidemediğimden gencer nasıl bir şeydir hiç bilmedim, hiç görmedim, sormadım da.
Kurbanlar ilk gün akşamına kadar kesilir, ikinci gün sesleri de kesilmiş olurdu. Artık her yer daha sakindir ve seslerinin olmadığı hissedilir. Kurbanlıktan geriye ipi kalır. Asıldığı çengel de ağaçta asıldığı yerde bir süre öyle durur.
Son Gün ve Ayrılık….
Nazilli’den, Aydın’dan daha gelirken garajda inilir; dönüş için otobüsten yer ayırtılırdı. Sonraya kalana bilet bulunmazdı. Otobüsler hacca gider; ek sefer diye eski araçlar devreye girer, ama o da yetmezdi.
Kavuşma sevinci yaşanırken; bir yandan da ayrılık sızısı başlamıştır. 3-4 günde 1 aylık yaşamak vardır sanki. Ayrılık zamanı gelir çatar, sayılı zaman çabuk geçer denir ya. Sanki göz açtık kapadık bayram bitti. Gelmesin istediğimiz ayrılık vakti, her zaman erken geldi. Ayrılığın tadı aynı, defalarca tadıp baktım. Ayrılmak, en sevmediğim anlar, sanki hep son gidişim, son görüşüm gibi gelir. “Gidip de dönmemek var; gelip de görmemek” var der gibiyiz. Söylesen “ağzından yel alsın” denir ama lisanı hal konuşur, dil susar.
Son gün kalacak olanlar hüzünlü, gidecek olanlar sıkıntılıdır. Üstüne de telaş telaş telaş. Gitmek ayrı bir curcuna, dönmek ayrı. Ne kadar ekmek o kadar köfte gibi; bavullar hep zor kapanırdı. Arabalar ne kadar büyürse büyüsün, yine de dönerken yükü almazdı, sanki kamyonla gelsen o da tıkış tıkış dolardı. Her dönüşte arabalar; turşu, salça, zeytin yağı, zeytin, tozbiber, kurubiber, Şunu da al, şunu da al diye diye, anneler evde ne varsa koyardı. “Sen götür biz gene alırız” denirdi.
Gidemediğim zamanlar hep babamın “Oğlum her gün bayram olsa da hep böyle konuşup dursak seninle deyişi” aklımdaydı. Bayram idrak edilirse bayramdı; “deliye hergün bayram” derler ya! deli olsak bayram da kalmazdı.
Bayramda anne babalar dışarıdan gelen çocuklarına sevinir, gelemeyen çocuklarına üzülür. Beş parmaktan hangisini ayırabilirsin, hepsinin sevgisi başka derler. Gelmeyenden bahseder, gözyaşı dökerler.
Giderken “biraz daha kalsaydık ya” “eee yolcu yolunda gerek” “bir gözüm gördü bir gözüm görmedi” “gidince mektupsuz bırakma bizi” “doymadım daha” “gidip dönmemek var” “gelip görmemek var” denir, helalleşilir. Bir maşrapa su dökülür gidenin peşinden; su gibi aksın gitsin, yağmur gibi geri dönsün diye.
“Emin efen enemeyo enişten / Her yanları görünmeyo gümüşten” dizeleri boşuna söylenmemiştir. Karıncalı’nın beline yaslanmış duran, Karacasu düz değildir. İnişli yokuşludur. Aşağı mahallesi yukarı mahallesi vardır. Karacasu’ya gelmesi zordur, yolu kıvrım kıvrımdır, yolun ucu yokuştur, son bir kilometrelik kısmı çok uzundur. Karacasu’dan giderken de o bir kilometrelik kısım kısacık kalır, yokuş aşağı inmek kolay ama gitmesi zor gelir. Yola girdikten sonra da; ayrılık bir yana, doğduğun yerden doyduğun yere kavuşmak faslına geçilir.
Şairin “ben gurbette değilim gurbet benim içimde” dediği yere giderler, “gönlünde gurbeti duya duya” memleketinden ayrılanlar. Ayrılık kavuşmak için ilk adımdı. Son anlar sanki ayrılık acısına toz biber. Ben giderken herkesten ayrılıyordum, kalanlarsa sadece benden.
Önce beklemek, sonra kavuşup sevinmek, sonra da ayrılıp üzülmek bayrama dahildi.
Şimdi…….
Her yıl on gün önceye gelir bayram ve 36 yılda bir; aynı mevsime, miladi takvimdeki yerine döner, döngü tamamlanır. Eskiden aynı yıldan kırk tane yaşanıyordu, şimdi kırk ayrı yıl üst üste kondu. Son 40 yılda 2000 yıla denk geliştik değiştik. Hiçbir yıl bir öncekine benzemiyor artık.
Şimdi adet, gelenek, görenek, örf, anane, töre de ne? Büyük küçük karıştı. Bayramlar kendin çal kendin oyna. İnsanımız yılbaşında bir alem, ramazanda bayramda bir başka alem. Uzakları yakın eden cep telefonu, bilgisayar, uçak, otomobil, internet var. Eskisi gibi katıksız gurbet kalmadı. Özlemler de o özlem değil artık. Bir yandan kolaylaşırken ulaşmak, bir yandan yollar da uzadı.
Şimdilerde kurbanlığa bakan yok, son güne kadar çobanda kalıyor… Bıçaklar Bursa’dandı, Çin malı yoktu. Hayvanlar hormonsuzdu, hormon girdi içerik bozuldu. Her şeyin şekli daha güzelleşti. Sebze meyve kokusunu, lezzetini yitirdi. Annem hormonlu demez formüllü derdi. İnsanlar bile sunileşti formüllü hale geldi. Kurban etine de hormon girmese de şüphesi girdi.
Ayakkabı alındı diye sevinen çocuk mu kaldı. Bisiklet alındı mı; o bisiklet eskiyinceye kadar sevincimiz devam ederdi. Şimdi alınıp eve gelinceye kadar, bilemedin ilk binmede heyecan geçiyor. Karnı acıkmayan bir nesil var, zorla yemek yedirmek için çocukların peşinden koşuluyor. Çocuk her gün ne yemek isterse, o yapılıyor. Bizim zamanımızda “uykusu gelen yatak aramaz, garnı ac olan gatık aramaz” denirdi.
Sırf araba binmek için sünnet düğünlerine giderdik, arabanın içinde “5 dakka kaldı …. ateş aldı” diye bağıra bağıra gezerdik. Eskiden sünnet düğünde yapılırdı; şimdi sünneti önceden yapılıp, düğünü sonradan yapılıyor. Artık çocuk odaklı yaşanıyor. İnsanlar rahatına bakıyor. O zaman kurbanı da önceden kestirip koymak! Bayramda da rahat etmek zamanı uzak değil gibi. Şimdi kurban parası hayır kurumuna veriliyor, hayır oluyor ama kurban olmuyor. Hayır için kurban bahane oluyor. Kurban bayramında bayram için kurban kesiliyor sanki. “Horozdan kurban olur mu?” diye soranlar yakında “Televizyondan seyredip kitabından okusak hac olur mu?” diye soracaklar. Eskiden kurbanın derisine göz dikerlerdi, şimdi iş kurbanın kendisine kadar geldi. Hani derler ya “galat-ı meşhur lugat-ı fasihten evlâdır” kurban da anlamını yitirmek üzere. Kurbanı anlamak, idrak etmek için; Saffat Suresi 100-111. ayetlerini, Hac Suresi 28-37 ayetlerini ve Kevser Suresi 2. ayetini okuyup, işin aslını unutmamak gerek.
Şimdikilere ağır geliyor bayram; zevki tattırılmadığından çocuklar tadını bilmiyor. Bayram gelmiş kime ne ya da bayram gelmiş neyime havasında. Amerika’ya Avrupa’ya gitme zamanı bayrama denk geliyor; acaba tesadüf mü yoksa bayramdan mı kaçılıyor. Bayramı fırsat bilip, tatile giderken köyünün yanından geçip anasını babasını görmeden dönüyor. Bir kısmı da tatil dönüşü uğrayıp, “geçmiş bayramın mübarek olsun” deyip, gönül alıyor ama yine de bayram bayramda yaşanmalı bence. Herkeslerin evladı yanına gelirken; evladı gelecek diye nasıl da bayrama güvenip beklediğini bilseler.. Neyse açmayalım şimdi bayramlık ağzımızı..
Kurbandan sonra hacılar gelirdi, karşılanmaları ziyaretleri devam ederdi. O da başka bir kültürdü. Kısacık zamanda edinilen hacı arkadaşı, sanki asker arkadaşı gibiydi. Zemzem suyu, hurma getirilir, İstanbul’dan giden tespih, koku, yüzük, namazlık ordan geri getirilirdi. Şimdi İstanbul’dan direkt alınıyor artık. Hurmayla, Zemzemi de kargoya verdiler.
Almancılar da gelmez oldu, büyükleri terk ettikçe dünyayı. Çocuklar, onların çocukları derken; Almanya bir nesli de eritti, o hayal de bitti. Son yıllarda, bayramda el öpmeye, şeker toplamaya çıkan çocuklar bir daha dönmedi. Çocukların kaybolduğu bayramlar görmeye başladık. Camiden ayakkabı bile çalınıyor. Kurbanlıklar sırada, neredeyse başında nöbet tutacağız artık. Uzayıp giden zamanda; güzellik, insanlık geride kala kala, maddeye kula ola ola gidiyoruz. Zaman denilen torna makinesinden geçerken, sıradanlaşıyoruz. İstekler çoğaldıkça para azaldı. İnsan da zaman da değişti, bayramların mahiyeti de değişecek. Şimdiki çocuklar da bu yenilere eski bayramlar diyecek.
Çocuk değiliz ama rolümüz değişti; çocuklarımız var ve çocuklarımızın bizden öğreneceği bayramlar. Büyümüşüz elimizi öpen çoğaldı. Aldığımız harçlıkları geri ödeme zamanı geldi. Büyüklerden öğrendiğimiz bayramları da çocuklarımıza öğretme zamanı değil mi?
Mehmet Ali ÇETİN