Bu nefis yazıyı bizimle paylaştığı için Sayın Mehmet Ali Çetin’e çok teşekkür ediyoruz.
Biz Çocukken…
“Her şey eskidendi” derdi annem.
Karacasu’da gün ağarır, sabah güneşi Babadağ’dan doğrulup hızla yükselir, öğleden sonra sanki gün üstümüze eğilip, Karıncalı’dan devrilirdi. Biz ikisi arasında yaşardık.
Ezanın minareden okunduğu zamanlardı. Evler bahçeli ve tek katlıydı. Akşamları evin içi aydınlıktı ve içerde huzur vardı, karanlık pencerenin dışında kalırdı. Yıldızlar bize İstanbul’dan yakındı. Geceler ne kadar karanlıksa, gündüzler de o kadar aydınlıktı.
Cep telefonu, bilgisayar, internet yoktu. Televizyon vardı, kanal yoktu. Televizyon siyah-beyazdı, vesikalık fotoğrafın arabı ise beyaz-siyahtı. Markalar azdı; selpak mendil, sana yağı, milangaz… sonradan çıkanların da adıydı. Arabalar sayılıydı, taksiler damalıydı. Otomobilin adı da taksi kaldı.
Her şey elde yapılırdı, turşu, salça, ekmek, kek, börek, limonata, zeytinyağlı sabun bile…. Ayran, süt yoğurt ineği olandan alınırdı, tavuğu kendimiz beslerdik. Hepimiz fakirdik, gönlümüz zengindi. Küçücük bakkalda yok yoktu, çünkü olanı sorardık. Her şey pahalıydı, alınan deftere yazdırılırdı.
Semerci, süpürgeci, nalbant, tenekeci, kalaycı, helvacı, fıstıkçı derdik. Hepsi geride kaldı. Çıraklar el almadı.
Fırının önünde ekmeklerin kokusu sıcaktı ve bedavaydı. Gevrekler çıtır çıtır, gazozlar “buz gibi çelik gibi”ydi. Afrodisias gazozunun en sevdiğim yeri kapağını açmaktı. Muhteviyatı kapağın altındaydı ve dibinde kalan son yudum nedense çok tatlıydı.
Bozulan, tamir ettirilirdi. Atmamak, ömrünü uzatmak zamanıydı. Kâğıdın önü arkası kullanılır, karakalem tükenmez kapağıyla uzatılırdı. Naylon poşetler yıkanır, tekrar kullanılırdı. Ayakkabı alınınca pençe attırılır, ucuna topuğuna demir çaktırılır, sağlamlaştırılırdı. Kazaklar elde örülür, elbiselerimiz evde dikilirdi. Yırtılınca yamanır, sökülünce dikilirdi. Yağ tenekelerinden çiçek saksısı, su kabağından maşrapa yapılırdı. Ocakta sacayağı, sacayağının üstünde haranı, içinde sıcacık yemek ve altında küller hala sıcaktı.
Sebzenin meyvenin kokusu vardı ve her birine başka dağılırdı toprağın tadı. Çiti kutusuna çiçek ektik. Tohumunu sakladık. Ev önünde bahçeye tohum ektik, çapaladık, suladık, sebzeyi olmadan kopardık. Ekmek elde, üstünde süzme yoğurt, toz biberin de tadı ilave. Sebzeyi meyveyi mevsiminde yerdik. Hangi sebze hangi mevsimde çıkar bilirdik ve zamanını beklerdik. Yediğimiz her şey organikti. Yetmezdi ama bitmezdi de.
Borç alınır borç verilirdi, krediyi kimse bilmezdi. Mahalleli aile gibiydik, gider gelir oturur çay içerdik. Herkes birbirini tanırdı. Selam verilir selam alınır; üstüne selam gönderilirdi. Arkadaş olmazdık, anneler anne gibi babalar da baba gibiydi. Odun sobasının etrafında toplanır, sohbet ederdik, sobanın üstü boş kalmazdı. Maşanın üstünde de ekmek kızarırdı. Çaydanlığın altında kalan birkaç damla su yandıkça bağırırdı. Önce çayı şekerle doyurur, sonra biz çaya doyardık. Arada çay kaşığı da sohbete karışır, karıştırırdı.
Radyodan, pikaptan çalınan eski türküler hala kulağımda gezinirler; Yüksek Yüksek Tepelere Kız Vermesinler, Evreşe Yolları Dar, Köprüden Geçti Gelin, Çözde Al Mustafali, Zühtü, Ayşe de Veli Agayı Gıdıklar, Aman Eşref…..eskilerin malıydı. Şarkılar da öyleydi, Bak Yeşil Yeşil, İkimiz Bir fidanın Güller Açan Dalıyız… zaman sanki onlarla mühürlenirdi ….
Düğün dernek olur, bayram olur, bir araya gelirdik. Gizlimiz saklımız yoktu. Sevinir paylaşırdık, sevincimiz artardı. Üzülür paylaşırdık, üzüntümüz azalırdı. Pazartesi günleri festival gibiydi. Ekmeği domatesi böler de yerdik, soğanı da katık ederdik. Hamburger nedir bilmezdik, o yüzden hiç yemek istemezdik. İkiyüzlülük bilmezdik bilsek de yapabilemezdik. Kardeşlik derdik, kan kardeş olurduk, omuz omuza kol kola gezerdik, her şey tertemizdi, saftı, doğaldı.
Biz çocuktuk… Severdik, sevilirdik, oyun oynarken kendimizden geçerdik, terlerdik, üstüne inadına suyu çeşmeden içerdik. Küserdik, barışmadan bir daha küserdik. Gezer tozardık, karışan görüşen, arayan soran olmazdı. Oyunlar akşam ezanına kadardı. Akşamları yer sofrası kurulur, sininin etrafında toplanırdık. Cumartesi Pazarlar, akşamlar, bütün tatiller bizimdi; okul bizimle beraber eve gelmezdi. Öğretmenlere emanettik, “eti senin kemiği benim” denirdi.
Küçüktük ama mutluluklarımız büyüktü. Çok şey istemezdik, ağaca kurduğumuz sallangaç uçmak için bize yeterdi, rüyalarımız gerçek ve renkliydi. Kaf Dağı, Alâaddin’in Lambası, Anka Kuşu gerçekti. Oduncu, öcü, umacı yaramaz çocuklara tehditti. Gar’arabın bir dudağı yerde bir dudağı gökteydi ve elinde tokmakla bizi beklerdi. Karanlık olunca hayaletlerin nefesi hep ensemizdeydi. Baykuş öttü soğan attık, ay tutuldu tüfek attık, neden diye sormadık, ne denirse inandık.
Arabaların kapısında “Resmi hizmete mahsustur”, kitapların başında “Her hakkı mahfuzdur” yazardı ama biz anlamazdık, aldırmazdık da. Dünyanın merkezi Nasrettin Hoca’nın asasının ucundaydı, yıldızların sayısı da eşeğinin kuyruğundaki kılların sayısıyla aynıydı. Bilmezdik ama bilmediğimizi de bilmediğimizden iddia ederdik. Bilir gibi yapardık. La Fontaine’den anlatılan masallar, bize masal gelmezdi. Bize, gelinim sana söylüyorum kızım sen anla denmezdi. Suçumuz yüzümüze vurulur, akşam yemeğinde babamızın önüne konurdu.
Cebimiz boştu; cam bilyeler de, plastik top da paralıydı. Düdüğü, parayı veren çalardı. İp, değnek, mendil, kâğıt, kalem, kibrit kutusu, gazoz kapağı, şişe bizim için oyuncaktı. Oyun oynamak için arkadaşa muhtaçtık. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Kozalaktan topaç, bezden bebek, kâğıttan gemi, mendilden tavşan, çam kabuğundan kayık yapardık. Çarşaf ipi bulursak, defterden bir sayfa yırtar şeytan uçurtmanın keyfine bakardık. Arabamız telden, ekmek elden, su çeşmedendi. Hayat, çelik çomaktan ibaretti.
Bugün âşık olur, yarın unuturduk. Yorulur yorulduğumuzu bilmezdik. Uykumuz gelir, yatmak bilmezdik. Otururken uyurduk, uyandığımızda kendimizi yatakta bulurduk. Bu sefer de kalkmak bilmezdik.
Yüksük otu, pisi otu, yakı otu, uğur böceği, serçe, kumru kuşu, güvercin, at, inek, eşek, köpek, ağaçlar, dere tepe, dağ taş, bulutlar… hepsi bizimdi ve hepimiz iç içe yaşardık. Saçlarımız kısa, boyumuz kısa ama hayallerimiz uzundu. Büyüyünce çocuk olmak isteyeceğimizi bilmediğimizden, hep büyümek isterdik.
Arkadaşımız çoktu, o yüzden kitaplarımız arkadaşsız kaldı. Kitaplarımız abladan, abiden kalırdı. Yazılmış çizilmiş olurdu, soruların cevapları hazırdı. Sapan elimizde, gözümüz ya taş bulmak için yerde ya da kuş bulmak için ağaçlarda gezerdi. Atar tutardık, leblebiyi havaya atardık ağzımıza katardık.
Geçmişimizi ve geçmişimizde kalanları, kaybettiklerimizin kaybetmediğimiz anlarını zamanla değiştik, o bizden aldı, biz de ondan aldık. Eskiden mutluluklar ucuzdu, para mutluluğun da tadını bozdu.
O zamanlar önümüzde çok zaman vardı, şimdi arkamızda çok zaman kaldı. Kapı önünde naylon eskileriyle mandal değişmeyi, esmer bohçacı kadınların bohçasından çıkan bembeyaz elişi oyaları, yürüdüğümüz taş döşeme yolları, gıd gıd gıdaklayan tavuğun sıcacık yumurtasını, bademlerin aldanıp çiçek açmasını, Çam ağaçlarında süzülen rüzgârın türküsüne karışan kuş seslerini, yağmurun ilk damlasında toprağın kokusunu, sonra yağmurda sırılsıklam ıslanmayı ve peşinden yağmurun dinmesini gökkuşağının gözlerimize inmesini, yaprakların üzerine konan çiğ tanesini, arıyor, özlüyoruz.
Ne güzeldik eskiden biz; olduğumuz gibiydik…
Annem yine doğru söylemiş; “Her şey eskidenmiş”
Mehmet Ali ÇETİN