Tesbih, ilk kez Hindu inanışında görülmüş. Ancak Museviler, Budistler, Hristiyanlar da inanış dünyalarında tesbihi kullanmışlar. Bu inançlarda bütün insanlar, inandıkları varlığa ulaşmada, tesbihi araç etmişler. Ancak son zamanlarda tesbihi sıkıntısını gidermek, onsuz edememek…gibi sebeplerle kullananlar da olmaktadır. Türklerde de tesbihin önemli bir yeri olmuştur. Camilerde, mescitlerde, evlerde…mutlaka tesbih vardır. Bu öyle bir varlıkdır ki boş kalınan her anda Allah’ın isimlerini(Esma-i Hüsna) veya,mesela Kelime-i Tevhid’i…yüzlerce kere tekrar ederek yaratan yüce varlık ile bağını hiç kesmemek isteyen her inanç sahibinin cebinde veya elinde olmuştur. İmamesiyle, nişanesiyle, tepeciğiyle çok önemli bir kültür varlığı olan tesbih, çeşitli değerli malzemelerden yapılarak 33’lik, 500’lük, 1000’lik sayılara varan taneciklere sahip olmuştur. Tesbih bir boyun büküşün, bir teslim oluşun kabulünü her taneciğinde belli eder. Bazen gözlerin yumulduğu inandına sessiz ortamlarda; çekilen acıların, güçlü sabırların tanelenmesi olur. Tesbih ruhun aynası olur, parmaklar arasında tek tek geçen tanecikler inanan kişiyi adım adım Allah’a götürür. Buna inanan ruh sakinleşir, kabul eder, tevekkül ile boynunu büker, olgunlaşır. Bu sebepledir ki kalp, el ve tesbih arasında sıkı bir bağ vardır bizim kültürümüzde. Bir zamanların padişahı tesbih çekerken oturduğu zeminin üstüne yumuşacık örtüler koydururmuş. Çünkü tesbihin ipi –hafazanallah- kırılır, dağılır tanesi yere düşerse o tanecikler kırılmasın diyeymiş bu. Çünkü iyi bir tesbih kalbin işaretidir diye düşünürmüş o padişah ve dermiş ki “kalp kırılırsa tamiri vardır, amma kalbin nişanesi tesbih kırılırsa tamiri mümkün değildir.” Sözü yine bize, Karacasu’ya, Karacasu insanına getireceğimi zaten hep tahmin ediyorsunuz. Böyle bir Karacasu tesbihini geçen gün bir Karacasulu ağabeyimin elinde gördüm. Karacasulularla bir halka olmuş otururken ve geçmişteki Karacasu’yu efil efil konuşurken Selahattin Çoban ağabeyimiz elindeki tesbihi gösterip: “Bu tesbih de tam 60 yıllık bir tesbih” deyiverdi. Hikâyesi vardı ve bunun için özeldi. Ben diyeyim 1950’li yılların sonunda siz deyin 1960’ta hediye edilmiş. Hediye eden de Tevfik Özboyacı amcamız. Nam-ı diğer SAKI TEVFİK amcamız. Selahattin Çoban ağabeyimizle iyi bir dost imişler o zamanları. Zaten evleri de birbirine çok yakın. Aynı mahalledeler sözün özü. İkisi sevmişler birbirlerini ve de dost olmuşlar. Tevfik amcamız da yine hangi tavşankanı çayı içerlerken bilinmez elinden düşürmediği tesbihini Selahattin ağabeyimize vermiş: “Bak Selahattin, bu tesbih benim sana armağanım olsun, beni sana hatırlatsın.” demiş. O gündür bu gündür tamı tamamı ben diyeyim elli yıldır, siz deyin altmış yıldır Selahattin ağabeyimizin elinden bu tesbih hiç eksik olmamış. Her ele alışta, her tanelenişte Tevfik amcamız yaşayıp gelmiş bugünlere. Bilmem Tevfik amcamız 60 sene sonra o tesbihin kendisini hatırtlatmaya devam edeceğini o zamanları tahmin edebilir miydi? Bir fani olduğunun erdemine ulaşmış her gönül buruk bir duyguyla hatırlanmayı ister. Süleyman Rüşdî bile: “Beni feramuş eylemeyin(hatırlayın)” der. Hatırlanmak yaşamaya devam etmek demektir ve faniliğe panzehirdir. Velhasıl bir tesbih bir dosta verilmiş ve o tesbih, değerli bir kalbin değerli bir hediyesi olarak hediye edeni yıllar sonra da yaşatmaya devam etmişti. Tesbih, masamızın üstünde 60 sene önceki gibi duruyordu ve geçmiş zamanın bir anısını bizlere taşıyordu. Tevfik amcamızı bilirdim. Çok özel, dikkatli, saygılı bir insandı. Zarifti. Ta o zamanların Karacasu’sunda evinin bahçesinde akzambaklar yetiştirir ve kokuları metrelerce ötelerden duyulan bu uzun boyunlu akzambakları çarşıya getirir satardı. Bir tesbih hikâyesi bizi bir insana ve akzambak kokulu bir mazi dilimine götürdü.Hediye edene de, hediye edilene de; yaşamışa da yaşatana da selam olsun diyorum.(Tevfik Özboyacı; Mehmet, Hikmet,İsmet, Hatice(Peker),Aysel(Karaoğlan) Özboyacıların babasıdır. Tayfun, Kemal ve Mehmet Karaoğlanların dedesidir.)