BİR KARACASU, İKİ ŞİİR
Şiirin hayallerle dolu sözcükleri insanı başka dünyalara taşır. Oturduğunuz yerde bir şiirin sözcükleriyle yepyeni hayallere dalar sanki başka dünyalara ışınlanmış gibi olursunuz. Şarkıları, türküleri, şiirleri sevişimiz bundandır zaten. Bize ait olan replikler, hayallerle doludur çoğu. O şiiri biz yazmamışızdır, o türkü bizim eserimiz değildir; ama bizden izler taşıdığı için artık bizim olmuştur. Yazanın dünyasını anlatmak için yazılan eser artık bizi de anlatır olduğu için ona dört elle sarılmışızdır. Keskin yöresinin şu türküsü ne güzel anlatır sıla özlemini: Allı turnam bizim ele varırsan Anadolu’nun hangi yaylasında, hangi bozkırlarındadır bilinmez; ama türkünün ilk söyleyeni, sevgiliye haber götürsün hayaliyle sanki o an oradan geçen allı turnalarla söyleşmekte ve turnalardan, gurbete düşen kendisinin çaresizliğini, özlemlerini dağlar ardındaki sevgiliye taşısın istemektedir. Hangimiz gurbetin yalnızlığını yaşamamış, sıla özlemi çekmemişizdir? İşte bu sebeple güzel türkünün içine sinen buruk acı, derin özleyiş bizi de sarıp sarmalar, kendi içine alır. O türkü bizim olur artık. Renk renk bezer içimizi. Türkü, şiir, öykü bizim olur da biz kimin oluruz, dersek onun yanıtı da hazır. Biz de o türkülerin, o şiirlerin, o öykülerin, ninnilerin, masalların insanı oluruz. Bizim ruhumuzdan yazıya duygularımız, düşüncelerimiz ılgıt ılgıt akarken memleketimizden, dağlarımızdan, kasabalarımızdan, yaylalarımızdan da… hiç farkına varamadığımız biçimde bizim ruhumuza, bizim düşüncelerimize ılgıt ılgıt bir şeyler akar durur. Ve biz bu gelgitlerle o beldenin, o memleketin mührünü ruhumuzda taşırız. Duygularla, seslerle, görüntülerle ruhumuza işleyen memleketimizi bir sevgili gibi sever, bir bebek gibi koruruz. İstesek de istemesek de ruhumuzun en derinliklerinde duran memleket çizgilerini silemeyiz. Bu sebepledir ki geçmiş zamanda sitemize bir şiir gönderen Süleyman Yapan ne kadar da çok ses getirmişti o şiiriyle. Ne diyordu o şiirinde:
ÖZLEDİM Garacasu’nun daşlı yollarından Sultannevruzda ne güzel uçurtma yapardık Bii kaç sure öğrenelim diye bakadık İnan ağlayasım gelyo Şiirde anlatılan Karacasu’yu yaşayanlar bu şiirin içinde kendi dünyalarından neler bulmuşlardır neler! Şiirin böyle bir gücü var işte. Şimdi bir başka Karacasulu dostumuzun Eczacı Güven Alpbaz Bey’in şiirinden, bu şiirle birlikte bende oluşan duygu ve düşüncelerden söz etmek itiyorum. Çünkü Güven Bey’le birlikte geçti masal çocukluğumuz. Nasıl masal demeyeyim ki… Boyları 5-6 metreyi geçmeyen kırmızı kiremitli, hayatlı evler diyarıydı Karacasu. Arnavut kaldırımlı yolları kışın karlarla örtülü olurdu. Saçaklardan 50 cm’yi bulan kırçlar sarkardı. Bizim mahallede, şimdiki Hükümet önünden Yayla’ya çıkan yolda, karlar üzerinde bütün çocuklar kayarlardı. Akşam saatlerine doğru bir koyun sürüsü, öndeki kepenekli çobanının ardından çanlarının çıkardığı seslerle birlikte melemelerle geçerdi. Akşam ezanı ALLahü Ekber diye duyuldu mu bütün çocuklar “evli evine evi olmayan saman deliğine” diyerek evlerine giderlerdi. Masal perisi, her çocuğun evine gidip gitmediğini kontrol ederdi. Bu sebeple de ezan sonrası sokakta hiç kalmazdı çocuklar. Nisan yağmurlarının en güzel eğlencesini bir mahalle şenliğinde yaşardık. Mahallenin bütün çocukları hep beraber toplanırlar, ellerine küçük sepetler, evde yapılmış keseler alırlar ve yağmur şenliğine çıkarlardı. Mahallenin ilk evinden başlayarak o evin önünde hep beraber:
Yağmur yağ yağ yağ Ambar dol dol dol Ver Allah’ım şapır şupur Yaylalıları (yalelileri)köye göçür
şeklindeki sözleri ezgili bir şekilde söylemeye başlarlardı. Ev sahibi içeriden getirdiği şekeri, yumurtayı, küplerden çıkardığı ballı yemişleri, can veren pekmezli köfteleri yani bunlardan hangisini verecekse onları çocukların keselerine veya sepetlerine koyunca üzerlerine bir kova da su atardı. Sırılsıklam olan çocuklar hiç umursamazlardı bir kova suyun üstlerine atılmasına. Onlar yine bir masal dünyasının mahallesinde bir başka eve yine yeni yumurtalar, yeni köfteler, yeni şekerler edinmek hevesiyle sallana sallana “yağmur yağ yağ yağ; ambar dol dol dol” sözlerini söyleyerek şen şakrak bir düğün alayı sevinciyle giderlerdi. Bu masal dünyasının içinde akşam yemeğinden sonra Güven’in annesi Pakize Teyze’nin çaldığı ud’un sesi bütün sokağımıza bir huzur bereketi olup serpilirdi. Sokağımız, Beker Osman amcamızın Phliıps marka pilli radyosunun her evden duyulan türküleriyle güne merhaba derdi. Anlatmakla bitmez ki… Güven ise, bizim mahallenin akıllı ağabeyi idi. Yeni yeni bilinen futbolun çalım ustalıklarını öğretirdi bizlere. Her çocuk diğer bütün çocukların kardeşiydi. Bu bile yetmezdi de parmaklarımızı minicik keser minicik kanlarımızı karşılıklı yalayarak KAN KARDEŞİ olurduk. İşte böyle bir mahallenin ve ortak yaşantının kardeşi Güven Bey’in şiiri var aşağıda. Karacasu’ya özlemini anlatmış sözcüklerle. Karacasulu olmanın kıvancıyla mazinin küllerini karıştırmış. Küçük kıvılcımlarla harlı ateşler yakmış içimizde. ÖZLEM Yemyeşil dağların eteğinde , Orada doğanda iz bırakır , Dönünce aylar, yıllar sonra bile olsa , Ne demiştim yukarıda? Bizim ruhumuzdan yazıya duygularımız, düşüncelerimiz ılgıt ılgıt akarken memleketimizden, dağlarımızdan, kasabalarımızdan, yaylalarımızdan da hiç farkına varamadığımız biçimde bizim ruhumuza, bizim düşüncelerimize de ılgıt ılgıt bir şeyler akar durur. Ve biz bu gelgitlerle o beldenin, o memleketin mührünü ruhumuzda taşırız. Duygularla, seslerle, görüntülerle ruhumuza işleyen memleketimizi bir sevgili gibi sever, bir bebek gibi koruruz. İstesek de istemesek de ruhumuzun en derinliklerinde duran memleket çizgilerini silemeyiz. Bu şiirler için hepinize teşekkürler ve hepinize ekmek kadar sıcak, ekmek kadar aziz kardeşlikler. Saygılarımla. |
|