Babam aramızdan ayrılalı tam da beş yıl oldu. Zaman ne kadar çabuk geçip gidiyor. Daha dün her ay başı babam için kan almak üzere Aydın Devlet Hastanesi’ne giderdik. Tam 12 defa sürdü bu kan vermeler; ama son kan verişte babamın vücudu, bu kadar dedi ve üzüntülü bir gecenin içinde kalbi duruverdi.
Şimdi bu yazının sırası mıydı diyebilirsiniz; Hatta bu senin özelin de diyebilirsiniz. Hayır, öyle değil! Anlatacaklarıma babam sadece bir araç olmuş olacak. Siz de anlatılanlara bir anlam vereceksiniz.
Babam, bir şehit çocuğuydu. Babasını hiç görmemişti. Çünkü dedem Çanakkale’ye gittiğinde o daha annesinin karnındaymış. Sözün özü Dünya’ya geldiğinde maça sanki 3-0 gibi bir skorla, geriden başlamış. Fakat babam hayatının hiçbir anında BABASIZLIKTAN, KADERSİZLİKTEN vs. bahsetmedi hiç. Hiç arabesk yapmadı. “Batsın bu dünya, tanrım beni baştan yarat” gibi ağlak anlatımlar içinde olmadı.
Hep gülümsedi. Hep pozitif oldu.
Ben hepinizin dikkatini çekecek 1927’li yıllardan söz etmek istiyorum. Babamın arkadaşları arasında pek önemsediği iki arkadaşı vardı. Biri Öğretmen Muharrem Sarp diğeri de Astsubay M. Ali Küçükkalay idi bunlar.
Her ikisi de okumuştu; fakat babam okuyamamıştı.
Babam, çocukluğunun 12. Yaşında evlatlık olarak verilmiş. Yakın bir akrabaymış verildiği yer. Ama ninem Hafize, kocası Hafız Hüseyin’in askere giderken karısının mintanını yırtıp da söylediği şu sözleri unutamamış: “Askerde ölürsem çocuklarımı el sofrasına oturtmayacaksın. Evlenirsen, çocuklarımı başkasının sofrasına oturtursan öbür dünyada da elim iki yakanda olacak.”
Belki de ninem bu sebeple çocuğunu bir hafta sonra evlatlık verdiği yerden alıp gelmiş.
O zamanlar aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarıymış. Devlet yeni kadrolar için açtığı okullara yeni öğrenciler ararmış. Muharrem Sarp öğretmenimiz öğretmen okuluna gitmiş. Mehmet Ali Küçükkalay da bahriye mektebine gitmiş. Ninem babam çok istemesine rağmen babamı bu okullara göndermemiş. Kapı dibi komşuları olan M. Ali Küçükkalay bir zaman sonra bahriyeli elbiseleri içinde dönmüş mahallesine. Tabii o zamanlar gazete yok, televizyon yok, yok oğlu yokk.
Bu yokluklar içinde renkli, tertemiz elbiseleri içindeki Mehmet Ali herkesin gözünde kalmış. Sofralarda, misafirliklerde konuşulmuş. Babam da dünkü arkadaşının bugünkü haline bakıp imrenmiş hem de ne imrenme!
Yıllar yılları kovalamış ben doğmuşum. Sarışın, mavi gözlü bir çocuk.
Bilmiyorum, bilinçaltının hangi dürtüleriyle oldu; babam beni hep pamuklar içinde tuttu. Kış geceleri yer yatakları serilmiş odamızda beni yanına alır, bacaklarımı bacaklarının arasına ben üşümeyeyim diye sokardı. Beni sarıp sarmalardı.
7/8 yaşlarıma geldiğimde dükkânımıza gidip gelmeye başladım. Bana : “ Oğlum çarşıya gelirken elini duvardan hiç ayırma, araba çarpmasın, dikkatli ol!” derdi. Bende öyle dükkâna gidip gelirdim ilk başlarda. Sonra beni okula yazdırdı sevinçle. Ne oldu bilmiyorum sarışınlığımdan ötürü bana: “Altın kafalı oğlum” diye hitap etmeye başladı. Ben artık onun ALTIN BAŞLI oğluydum. Sevinir miydim o zamanları, bilmiyorum bugün. Herhalde sevinmişimdir. Kendime bir güven gelmiştir.
Okullar okulları kovaladı. Evlendik çoluk çocuk sahibi olduk, babamın tavrı hiç değişmedi. Bazen ona sitem ederdim: “Baba hiçbir şey demeyecek misin? Bak şu iş şöyle şu iş böyle oldu.” Derdim. O her zaman bana ALTIN KAFALI sözünün başka bir şekli olan şu sözlerle yanıt verirdi: BENİM OĞLUM YAPAR, derdi.
Ben de bazen kızar işin kolayını bulmuş, benim oğlum yapar deyip çıkıyor işin içinden derdim.
Oysa geçen zaman içinde anladım ki bana bıraktığı en büyük servetmiş, o bana duyduğu sonsuz güven.
Ben onun olmak istediği fakat olamadığı bahriyeli miydim, bilmiyorum.
Bana, oku oğlum, derdi hep. Kendisi de duvar takvimlerinin arka sayfalarını okumadan o takvim yapraklarını katiyen atmazdı. Sonra benim yazılarımı okumaya başladı. Her Aydın’dan gelişimde haftada bir yazdığım YENİ UFUK gazetesinden mutlaka, bir tane getirirdim.
Hastanede yatarken o yazılardan söz edip: “Oğlum, ben de bir şeyler öğreniyorum.” derdi.
Sonra yukarıda dedim ya bir hastane gecesinin sessizliği içinde, uykusunun içinde her zamanki gibi gülümseyerek, kırmızı yanakları, mavi gözleriyle aramızdan kaydı gitti.
Her ölüm ardından ölenin eşyaları toplanır ya babamın da öyle oldu. Yatağını kaldırdığımızda benim gazete yazılarımın hepsini kesip orada sakladığını gördük. Babam oğlunun yazıları kaybolsun istememişti. Hangi yalnız gecelerinde hangi yazılarımı okuyup hangi duygular içinde gezinirdi bilmiyorum. O an: “Ah babam ah diye inledim. Sen benden daha çok layıktın okumaya.” diyebildim
Okuyanları çok severdi. Okuyamadım diye hiçbir kompleksi yoktu. Ama bende sürdürdüğü bir okuma özlemi mutlaka vardı. Üç çocuğunu doyurmak için bir dolu buğdayı Dandalas değirmenlerinde öğütüp sırtında eve getiren ninem Hafız Hüseyin’e verdiği sözden ötürü belki de haklıydı. Yetim Al’isini kendi sofrasından başkasına oturtmamıştı. Devletin sofrası, memurluk vs. onu mutlu etmemişti demek.
Bir küçük yaşanmışlık anlattım size. Dertleştim sizlerle. Özel şeylerse bağışlayın gitsin.
Babalar hepimiz için çok hem de çok önemli varlıklar. Bastığımız ayaklarımızdan biri. Öldüler mi KÖKSÜZ kalmış gibi oluyor insan. Sizin babanız sağsa BİLİN KIYMETİNİ. Ölmüşse onu bu gece yattığınızda hayal edin. Ağlamayın sakın. Sadece sözleriyle, izleriyle izleyin onu, bu yeter. Başarılıysanız, mutluysanız BABA DEDİĞİN GİBİ BAŞARDIM; GÜLÜMSEYEBİLİYORUM; YAŞAMDAN ZEVK ALABİLİYORUM, deyin. Konuşun onunla. Bu kadar.
13.08.2013,Kahvederesi/Karacasu
Fotoğraf babamın ölümünden 21 gün önce çekilmişti.
|
|