AYDIN KARACASU ARASI TAM 4 GÜN
Zaman içinde her şey değişiyor. İnsanlar, sokaklar, kasabalar… Değişmeyen tek şey var o da değişim.
Bilim ve teknikteki değişimin hızıyla doğru orantılı olan bir değişimi yaşamayan hiçbir varlık yok. Beş yaşındaki Hüseyin yok, 20 yaşındaki Hüseyin… yok artık. Kasabalar da öyle değil mi? Aletler de öyle değil mi? Çoğaltabilirsiniz örnekleri. Saymakla bitmez.
Her gün seyrettiğimiz televizyonun son 30 yıldaki değişimi bile baş döndürücüdür. Siyah beyaz televizyonu 1971 yıllarında seyretmiştik ilk kez. Sonra renkli televizyonlar, LCD televizyonlar, analog, dijital, HD yayınlar peş peşe geldi. Fotoğraf makinelerinin gelişimi bile çılgınca diyebilirim.
Dünyada başka ülkelerin insanları bilim ve teknikteki çalışkanlıklarıyla sundular bunları bizlere. Babam: “Oğlum bu buluşları hep başka milletler yapmış biz kullanıyoruz. Biz ne zaman yapacağız?” diye sorardı da babamın bu tespitine sevinir onu beyninin içiyle severdim.
Bilim müzeleri, fotoğraf sergileri, belgeseller, korunmuş kentler, etnografik malzemeler…bu değişimin zaman içinde unutulmamasını sağladığı gibi; eskiyi yaşamamış olan bugünün insanlarına bulundukları zaman dilimi ve koşulları hakkında düşünme fırsatı verir.
Bilgisayarınızın ekranına bu yazıyla gelirken bu değişimle ilgili olarak bazı notlarımı aktarmak istiyorum. Tabiî ki Karacasu ile ilgili notlar bunlar.
1947 yılı. Belediye Eski Başkanımız Süleyman Acun öğrencidir. O zamanlar Karacasu Nazilli arasında karasörü tahtadan otobüsler varmış. Süleyman ağabeyimiz de okumaya gitmekteymiş. Saat 14.30’da Karacasu’dan kalkan otobüse binmiş. Uzun burunlu, Chevrolet marka bir otobüsmüş bu. Otobüs, Çiftlik’e –şimdiki Başaran’a- gelmiş. Posta bırakılmış; ama yola devam edilememiş. Lastik patlamıştır. Bütün yolcular inmişler. Muavin krikoyu çıkarmış. Otobüsü kaldırmış. Bijonlar gevşetilmiş. Levyelerle dış lastik bin bir güçlükle çıkarılmış. O zamanları yedek lastik genellikle olmazmış. İç lastik bir futbol topu gibi şişirilmiş. Lastikteki delik bulunmuş. Kaynak makinesi getirilmiş, sıcak kaynak yapılmış. Hadi bakalım, her şey geriye doğru tekrar yapılmış. İç lastik dış lastiğin içine yerleştirilmiş. Levyelerle dış lastik jant içine oturtulmuş. Bundan sonrası en zor işmiş. Basit bir pompayla koca lastik yarım saatte şişirilmiş. Sözü uzatmayalım. 2 saat sonra yolcuların sabısızlığı, hoşnutsuzluğu içinde tekrar yola çıkılmış. O zamanlar Kuyucak’a posta bırakmak için mutlaka uğranılırmış. Kuyucak’a gelindiğinde saat 18’e gelmiş. Ama postaneye ulaşamamışlar; çünkü Kuyucak İstasyonu’nun önünde kalmışlar. Çünkü otobüsün lastiği tekrar patlamış. Saatler yine hızla geçip gitmiş. Başaran’da yapılanlar sırasıyla aynen tekrarlanmış. Ortalık kararmış. Tekrar yola çıkmışlar Nazilli’ye doğru.
Aksilik bu ya bu sefer de arabanın farları sönmüş. Karanlıkta yol almak olası değil. Şoför ve muavin inmişler; hayli uğraştıktan sonra farları yakabilmişler. Herkeste bir sevinç… Artık Nazilli’ye varırız demişler; ama yine olmamış. Farlar bu sefer yine sönmüş ve bir daha yakılamamış. Ne yapsınlar? Şoför GÜCÜK ALİ(aydın’da hâlen makine mühendisliği yapmakta olan Erol KÜÇÜKER’in babası) muavin KARABURUN ALİ’ye seslenmiş: “Oğlum Ali, el fenerini al, kaportanın üstüne otur, yolu aydınlat.” demiş. O da söylenenleri yapmış, çamurluğun üstüne elde fener oturmuş. Yolculuk Nazilli Dalyan palas’a kadar öylece sürmüş. Nazilli’ye vardıklarında saat 23 imiş.”
Yine Süleyman Acun ağabeyimizden dinledim. Süleyman Acun ağabeyimiz Nazilli’ye ortaokula okumaya gidiyormuş. O zamanları şimdiki Menderes Köprüsü üzerinde tahta bir köprü varmış. Şoförler de o tahta köprüye güvenemedikleri için Karapınar, Pirlibey üzerinden ovaya inerler, Pamuk Enstitüsü’nün önünden geçerlermiş. Tabii virajlı yollardan kıvrıla kıvrıla inen otobüs ova düzlüğüne inince süratlenirmiş. O gün de öyle olmuş. Şoför Alim amca biraz gaz vermiş, gacur gucur giden otobüse. Yolcular telaşlanmışlar, bir süre sonra otobüsün içinde hepsi birden ayağa kalkarak: “Alim efendi, Ali efendi biraz yavaş ol, öldüreceksin bizi.” diye bağırışmışlar. Süleyman ağabeyimiz okullu ya, şoförün hemen arkasından kilometre saatine bakmış, kaçla gidiyoruz, diye. Otobüsün hızı ne kadarmış, biliyor musunuz? Saatte tamı tamına 40 km.
Şimdiki anıyı da Süleyman Yolcu dayımdan dinlemiştim.
Yine 1947 yılı. Dayım Aydın’dan trenle Karacasu’ya varmak için yola çıkmış. 1 saatte Nazilli’ye gelmiş. Karacasu otobüsü o gün gelmemiş. O gece Dalyan Palas Oteli’nde yatmış. Ertesi gün yağmur yağmış. Otobüs gelmemiş. Ertesi gün yağmur yağmış. Otobüs yine gelmemiş. Olmuş 3 gün. Dördüncü gün çaresizlik içinde, Kuyucak’a kadar gidelim deyip trene binmişler diğer Karacasu yolcularıyla birlikte. Kuyucak’a varıp şimdiki Menderes Köprüsü’ne kadar yürümüşler. Tahta köprüden yürüyerek geçmişler. Orada bir müddet otobüs gelecek diye beklemişler. Tahta köprü otobüs için güvenli geçişe imkân vermediğinden otobüs köprübaşına kadar gelip oradan yolcuları alıp geriye dönermiş. O gün çok beklemelerine rağmen otobüs yine gelmemiş. Dayımgil de: “Otobüs belki gelir. Karşılaştığımız yerde bineriz.” deyip yürümeye başlamışlar. Karacasu’ya kadar varmışlar; ama otobüsle karşılaşmamışlar. Aydın’dan başlayan Karacasu yolculuğu tam 4 gün sürüvermiş.
Masal anlatılıyormuş gibi dinlediğim bu anılara bir de kendi anımı eklemek istiyorum.
1983 yılında yeğenim İrfan’ın okuduğu Kayseri’deydim. İrfan’ın sınav sonuçlarını almıştık. Saat 16 sıralarında Kayseri Postanesi’ne geldik. Karacasu’da ablamlarla konuşmak istiyorduk. Memura konuşmamızla ilgili bilgileri yazdırdık. Beklemeye başladık. O zamanlar öyleydi. Bekle bakalım, bekle bakalım! Saat 20 oldu, 21 oldu, 22 oldu daha biz postanede bekliyoruz. 23’te de postane kapanıyor. Biz de: “ Bu kadar bekledik, konuşabilsek bari.” deyip endişeleniyoruz. Saat 22.30 oldu yine yok. Memura gittim: “Bir soruverseniz, konuşabilecek miyiz?” dedim. Anlayışlı bir memurdu. Hemen ilgilendi. Bir yerlere sordu; olmadı ve bize : “ Kardeşim konuşamayacaksınız. Nazilli memuru Karacasu hattında bir sorun olduğunu söylüyor.” dedi. Biz de 5 saat 30 dakika bekledik ve buna rağmen Kayseri’den Karacasu ile konuşamadık. Uzak bir zaman değil, 1983’tü.
Anlattığım anılardan sonra gözlerinizi yumup şöyle bir hayal ederseniz başta da yazdığımız gibi bütün unsurlarıyla çevremizin ve bizim nasıl süratle değiştiğimizi bir daha saptarsınız.
Bugünkü her şey de hemen şimdi dahil süratle değişmeye devam edecek.
Bu sebepledir ki mesela bir Karacasu kent belleğinin oluşması için her türlü saklama, koruma, toplama, fotoğraflama çalışmaları yapmamız ve bunları depolamamız gerekir.
Çağdaş bir toplum, hafızası berrak olan bir toplumdur.
Toplumun hafızasını berrak tutan arşivleri, müzeleri… kurabilen toplumlar zamanın neresinde durduklarını ve bundan sonra hangi yöne gideceğini bilen toplumlardır.
Not: Size sunduğum fotoğraflar:
Birinci fotoğraf : Karacasu Postanesi’nin dibindeki eski köprüyü,
İkinci fotoğraf : 1939 senesi Karacasu Merkez İlkokulu bahçesinde öğrenci ve öğretmenleri,
Üçüncü fotoğraf : 1970 yıllarında bir bayram yürüyüşünü gösteriyor. Son fotoğrafı daha iyi algılayabilmek için bugünkü Ziraat Bankası önünde duran ve postaneye doğru bakan bir insan gibi hayal ediniz. |