…
“Bir ara bütün cesaretimi toplayıp, babama: -Gazi Paşa’yı görmek için Yavuzköy İstasyonu’na gitmek istediğimi korka korka söyledim. Babam, köprüden yalnız geçemeyeceğimi söyleyince gözlerimden yaşlar boşandı. İzin vermeyeceğini biliyordum. Başka zaman olsa babamın sözünden çıkmaz, peki derdim. Gazi Paşa’yı bu kadar yakından görmek imkânım belki bir daha mümkün olmayabilirdi. Onun için ısrar ettim. Böyle karşı gelinmeye alışık olmayan babam, kaşlarını çatıp susmamı söyleyince zaten boğazımdan geçmeyen yoğurtlu bazlamayı bıraktığım gibi kaçtım. Oldukça sıcak bir ağustos günüydü. Güneşin bütün cömertliği üstündeydi. Bir ara gözyaşlarımı silip baktığımda Köşk İstasyonu’nda trenin dumanını gördüm. Geliyordu. Hem ağlıyor hem koşuyordum. Yalınayaktım. Ayağıma çakırdikenleri batıyor, canım yanıyordu. Bir kilometre kadar olan yolu nasıl koştum, Menderes’i, ölmeden, nasıl geçtim, bilmiyorum. Ata’nın treni ile yarışıyordum sanki. Bu yarışı kazanmalıydım. İstasyona trenden önce varmalı, o büyük adamı görebilecek şekilde yerimi almalıydım. Bütün gücümü son damlasına kadar harcadığım hâlde yüz metre kala trenin geçtiğini gördüm. Tren Yavuzköy’de yavaşlamış; ama durmamıştı. Atatürk trenin penceresinden el sallamıştı. O büyük insanı, o kadar yakınında olduğum hâlde görememiştim. Geri döndüm. Yolda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.” (1)
O günlerin bir başka çocuğu da şöyle anlatıyor:
“Atatürk’ü getiren tren durdu. Alkışlar, konuşmalar…
-Çekilin önümüzden, göremiyoruz, göremiyoruz Atatürk’ü.
Tren yürüyor… Artık sıra mıra kalmadı. Ağır ağır uzaklaşıyor beyaz tren. Koşuyoruz ardından. Vagonlar geçiyor. Hani Atatürk görünmüyor! İşte, işte son vagon. Güneş yüzlü adam gülümsüyor, pencereden sarkıyor, el sallıyor. İşte, Atatürk o. Koşuyoruz beyaz trenin ardından. Tren Ortaklar’da durunca kooperatif müdürünün oğlunun saçlarını okşamış. Ona leblebi vermiş. Benim saçlarımı okşamadı. Amcalar önüme dikilmese ben de sokulabilirdim yanına. Ama Atatürk bize gülümsedi, bizi selâmladı. Bize umut verdi”. (2)
Daha sonraları biri öğretmen, biri milletvekili olan Aydınlı bu iki vatan evlâdının 1928’li, 1937’li yıllarda köylerinin yakınından geçen Atatürk’ü görebilmek için duydukları büyük arzuyu anlatan bölümlerdi yukarıya aktardıklarım. Salt Atatürk’ü anlatmak değil amacım. Sizlere 1928’li ve 1937’li… yıllarda bir ulus ile onun önderinin, bırakın büyükleri, gençlerin ve çocukların bile iliklerine işlemiş olan birlikteliklerini, duygusal ve mantıksal bütünleşmelerini anlatmak istedim.
Kendilerine “milletin efendiliğini” yakıştıran o büyük önderi en güzel anlayanlar yine o zamanın gençleri ve çocukları olmuş. Çıplak ayakları ile çalı dikenleri arasından koşa koşa, kendilerine efendiliği muştulayan o aydınlık yüzü görmek, o yüze anlam katan gözlerle gözlerini, çarpan kalpleriyle onun çarpan kalbini birleştirmek, tek bir yürek olarak, bir sevdayı paylaşmak istemişlerdi. Atatürk’ü göremediklerinde hüzün; gördüklerinde sonsuz bir mutluluk duymuşlardı.
Yüzyıllardır süren karanlığın ucundaki ışığı galiba gençler ve çocuklar doğal bir güdüyle daha iyi görmüşlerdi. Görmüşlerdi de ortaokullara, liselere, devletin açtığı sıcacık parasız ilim yuvalarına koşmuşlardı. Her biri okuyacak, okuyacak da adam olacaktı. Batı’dan yaklaşık dört yüz yıl geride kalan ulusu önce çağa ulaştıracaklar, sonra da çağın ötesine geçireceklerdi.
Alınlarında bilgilerden bir çelenkle döneceklerdi köylerine, kentlerine. Sonra kendilerinin ve milletin efendi olduğu yeni bir düzenin, çağdaş bir ulusun bireyleri olacaklardı. O gençlerin, o çocukların hepsinin özlemiydi bunlar.
1928’ler, 1937’ler… bir milletin tek yürek olduğu, önderini görebilmek için çoluk çocuk trenlerin ardından koştuğu yıllardı. Kendilerine “Egemenlik bir ailenin bir hanedanın değil senindir.” diyen önderlerinin kendilerine neyi yakıştırdığını biliyordu halk. Bu sebeple milletin ortak gözü, milletin ortak vicdanı gerçeğin ta kendisini anlamıştı artık. Nitekim 1940’ları yaşayan bir arkadaşım: “O zamanlar dedem pilli radyodan Atatürk ve arkadaşlarının ismini duydu mu nerede olursa olsun ayağa kalkar önünü iliklerdi.” diye anlatırdı. Bir önderle, bir milletin birlikteliği devam ediyordu.
Bu millet, çağdaşlaşmanın saygınlığını, bir öndere yürekten saygı göstererek; bir önder de yurtsever bir önder olmanın, bir milletin kalbini kazanmanın tarif edilmez onurunu yaşıyordu.
Atatürk’ü saygıyla anıyoruz.
Hüseyin KURUÜZÜM
1-Dürük Bingül, Sultanhisarlı Çocukların İşgal Anıları, Karacasu Matbaası, Nazilli 1992, s.70
2-Yılmaz M. Kemal, Atatürk Umurlu’da Aydın, Deniz Ofset 2001, s.5-6