Güzel bir gündü o gün. 15 gündür süren soğuk günlerin ardından gülümseyen güneş insanın kemiklerini ısıtıyordu. Karacasu’daydım. Her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde insansız sokaklarda dolaşıyorum. Spor olsun diye biraz da tempolu yürüyorum. Değişen sokaklar, yeni yapılar arasında çocukluğumun sokaklarını, evlerini arıyorum. Bizim zamanlardan kalmış tek tük evlerle bir eski dostla karşılaşmış gibi selamlaşıyorum. Bir insanın kaşına, gözüne, yüzündeki ifadesine bakar gibi evlerin pencerelerine, duvarlarına bakıyorum. Kapılarında asılı duran yıllanmış eski usul zincirlere ve uçlarındaki kilitlerinde düğümlenen yaşam öykülerini, arkadaşlıkları yaşıyorum. Zaman içinde gerilere gidip bir geçmiş zaman yaşamıyla avunuyorum.
Çarşıya iniyorum. Kahvaltılık börek, simit…satan dükkânların dışında daha hiçbir dükkân açılmamış. Garajdan gelen Nazilli minibüsü ağır ağır ilerlerken şoförü yeni bir müşteriyi kaçırmamak için etrafı gözlüyor. Minibüs içinde bir iki öğrenci var. Masum ve derin uykularından kalkmanın mahmurluğu hemen belli oluyor.
Karşıyaka Yolunu boydan boya geçerken bir yanımda Babadağ bir yanımda Karıncalıdağ duruyor. Karıncalıdağ bütün gençliğiyle-kışa rağmen- yeşiller içinde yaşlı Babadağ’ı seyrediyor. Köprünün tam ortasında durup Babadağ’a doğru dönüyorum. Ceviz ağaçlarıyla kaplı yemyeşil günlerin ardından bugünkü güzel kış gününün güneşli vadisine bakıyorum. Yaz günlerinin yeşilliklerinden sonra aşağıda akan suya düşen sarı yapraklarla ömür denen iki tarih arasında ilintiler kuruyorum. Bahçelere düşen her yaprak değişecek, kaybolacak ve fakat yeni zamanın yeni yeşilliklerine can verecek. Derin bir nefes alıyorum. Bir daha, bir daha nefes alıyorum. Her gün binlerce defa aldığımız bir defa bile almaktan vazgeçemeyeceğimiz o tertemiz, yaşamsal oksijeni hücrelerimin bütün derinliklerine taşımak istiyorum. Melih Cevdet’in o güzel şiirini anımsıyorum:
Yaşamak güzel şey doğrusu /Üstelik hava da güzelse/ Hele gücün kuvvetin yerindeyse/ Elin ekmek tutmuşsa bir de/ Hele tertemizse gönlün/ Hele kar gibiyse alnın/ Yani kendinden korkmuyorsan/ Kimseden korkmuyorsan dünyada/ Dostuna güveniyorsan/ İyi günler bekliyorsan hele/ İyi günlere inanıyorsan/ Üstelik hava da güzelse/ Yaşamak güzel şey doğrusu.
Şair yaşamanın güzelliği için koşullar koymuş: gönül temizliği, namuslu yaşanmış yıllar, iç barış, sağlık, iyimserlik… Karacasu’ya her gidişimde pek sık yaptığım şeyi yapıyorum yine. Bu sefer de – Allah rahmet eylesin- Nazmi Tabak ağabeyimizin dükkânı önünde, sabahın erken saatlerinde, Belediye önündeki caddeye dönerek oturuyorum. Ta ötelerdeki sebze pazarını, hastane lojmanlarını, Tavas Caddesi’ni boydan boya görüyorum. Sanayiye gidenler, Belediye’ye gelenler, okullara gidenler… İşçiler, köylüler, esnaflar, memurlar, gözleri ışıltılı öğrenciler… bir zaman sırası içinde geçiyorlar. Karacasu’nun her gün atan yüreğini burada daha da iyi hissediyorum. Bazen bir traktörün arkasına takılıp bahçelere, bazen genç bir öğretmenin arkasına takılıp sınıflara, bazen bir sanayi esnafının arkasına takılıp çekiç, örs seslerinin içine gidiyorum. Oturduğum yerlerden kendi beynimin içindeki sahnelerin oyuncusu oluyorum. Yüzlerce ses duyuyorum yaşamın tam da içinden. Hani Sait Faik ne güzel söyler HİŞT HİŞT öyküsünün sonunda:
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.”
Yaşam bir nektar gibidir. Ondan yeni canlar, yeni ruhlar filizlenir her gün. Etrafımız dal budak aşklarla, dikenli kavgalarla, doymaz hırslarla, akıl almaz cömertliklerle… dolar, taşar. Yaşam dediğimiz şey çelişkiler harmanının bereketidir. Sesler duyuyorum tam da yaşamın içinde derken bunları kastediyorum. Ömür dediğimiz Allah’ın bize sunduğu en değerli armağandır. Seversen güzeldir, dokunursan güzeldir, süzersen güzeldir; o güzelliği tattığımız kadar da vaz geçilmezdir. “Sevdim; ama biliyor mu?” demenin de bir anlamı yoktur. Sevmenin kendi güzeldir. …
Yani sen elmayı seviyorsun diye/ Elmanın da seni sevmesi şart mı?/ Yani tahir’i Zühre sevmeseydi artık/ Yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahir’liğinden.(N.Hikmet)
Bir kıyıcıkta oturup onların dünyalarını, onların mesleklerini, acılarını, sevgilerini anlamaya çalışıyorum; yani yaşam içindeki hişt hişt’lerini duyuyorum. “Yaşıyorum, var’ım; başka insanların dünyalarıyla kendi dünyam arasında bağlar kuruyorum diye bağırmak geçiyor içimden. Ve de uzun, ışıklı iç dünyamın koridorlarında bağırıyorum. Ekolanan sesimi dinliyorum. Huzur buluyorum. Zaman hızla geçiyor.
Karacasu’nun tertemiz insanlarından Gökhan Bebeci’yi görüyorum. Bir masal uykusundan uyanıyor gibiyim. Köylere gidecekmiş. Hangi köylere, dedim. Ataköy, Işıklar, Yeniköy ve Dikmen köyleri, diye yanıtladı beni. Yeniköy’ü bugüne kadar hiç görmemiştim. Gökhan’a : “Beni de götür.” diye rica ettim. Saat 10’a doğru bulunduğum noktada buluşmak üzere sözleştik. Hemen helvacıya gittim. İki sıcak somun, bir miktar tahin helvası aldım. İki sıcak somun bir miktar tahin helvası ne kadar mübarektir pek çok insan için siz de bilirsiniz. En çok işçiler alırlar tarlalara giderken. Ucuzdur, karın doyurur, diye. Mübarekliği biraz da buradan gelir.
Saati gelince yeğenim Mühendis Erkan,ben ve Eczacı Gökhan yola çıktık. Mezbahanın önünden bir su gibi Dandalas Vadisi’ne doğru akıp gittik. Ataköy’e doğru çıkarken alın teriyle sulanan tarlalar gördük. Tek tük evler, önlerinde bir iki iş makinesi, evlerin hemen diplerine kadar sokulan unuttuğumuz tavuklar… Ataköy her zamanki gibiydi. Bir kasaba havasına bürünen Ataköy’de bir bakkaldan, birkaç gelip gidenden başka kimsecikler yoktu. Köyler yalnızdı, köyler insansızdı. Yeni açılmış ara yoldan Işıklar köyüne geçtik. Eczacı Gökhan köye girdiğinde arabanın kornasını çalmaya başlıyor ve bunun ne anlama geldiğini bilen köylüler bir gün önce köylerine gelen doktorun yazdığı ilaçlarını almak için köy meydanında toplanıyorlardı. Işıklar, yıllar önce gördüğüm Işıklar’dı. Bir iki yeni yapı, birkaç taksi vesaire. Sigara satmaya gelen firma arabası üç beş dakikada iki bakkala sattığı sigaraları bıraktı. Bakkalın birinde güvenlik sistemini gördüm. Belki normal; ama şaşırdım. Eski köylülerin birbirlerine emanet ettikleri evlerini, bağlarını düşündüm. “Komşu, ben Denizli’ye gidiyorum. Her şey sana emanet.” diyen eski komşuların seslerini duydum. Çok merak ettiğim Yeniköy’e geçtik. Babadağ’ın eteklerine her metrede daha da yaklaşıyorduk ve yaklaştıkça da Babadağ’ın görkemli görünüşündeki detaylar belirginleşiyordu. Kıvrıla kıvrıla dönen yolda çoban köpekleri, sahiplerine büyük bir sadakatle sanki biz sürüye zarar verecekmişiz gibi bizi yüzlerce metre kovalıyorlar ve arabamızla yarışıyorlar. Bu kadar hızlı nasıl koşuyorlar, diye şaşırıyoruz. Hatta bir çoban köpeği geçeceğimiz yolu bilerek başka, kestirme bir yoldan tekrar arabamızın önüne atlıyor. Bizi bırakmıyor. “Ya buralardan arabayla geçmesek de yaya olarak geçsek ne olacakmış!” diye kendi aramızda konuşuyoruz. Ama bu sadakate saygı duyuyoruz. Keşke köpekle iki kelam edebilseydik de ona bazı insanların, bazı toplumların, nesillerin büyük sadakatsizliklerini anlatabilseydik diyoruz. Yeniköy’ü vadi tabanında hayal ederdim eskiden. Hiç de öyle değildi. Sol yanını Babadağ’a verip giderek alçalan vadiye bakan bir sırt üzerinde kurulmuştu. Öğle güneşinde sanki ısınıyordu. Öğle güneşinin ışığında pırıl pırıldı. Sessizdi. Giderek çoğalmış kiremit damlı evlerle, çok eski zamanları çağrıştıran toprak damlı evler görünüyordu. Köy meydanında kimsecikler yoktu. Biraz ötede bize meraklı gözlerle bakan sakallı bir amca vardı. Evi de kendisi gibiydi. Köy kahvesi kilitliydi. Eczacı arabanın kornasını çalınca birkaç köylü geldi ilaçlarını almak için. Köy hayvancılıkla, bal üreticiliğiyle geçiniyormuş.
Yanımıza sokulan ve şehir yaşamını bildiği her hâlinden belli olan arkadaşa bal bulabilir miyiz, diye sorduk. Tabii, dedi. Onun ardına takıldım. Bir köy evine toprak damlı evler arasından gittik. Hemen girişte bir katır, onu geçtiğinizde de sağlı sollu odun katarları, tarım aletleri, arı kovanları görülüyordu. Evin sahibine seslendik. Zayıf yapılı, orta yaşlı bir bayan ses verdi. Ardından da evin gelini sırtına sardığı bebeğiyle çıktı karşımıza. Gelinin yüzü aydınlıktı. Gülümsüyordu. Galiba her zaman öyleydi. Sırtına sardığı bebeğini okşadım. Biraz sarı görünüyordu. Annesine: “Yumurta, pekmez…yedir buna. Kalem tutacak, adam olacak bu delikanlı.” dedim. Amca, yumurta yemiyor dese de “yağda kızart, içine peynir koyup kızart, bir yolunu bul.” dedim. Çocukluğumu annesinin sırtına sarılı çocuğun beyaz alnında okşadım.
Sarayı yıkılan oldum bir baca/ Ağrılar sızılar başlar her gece/ Döndüm içi oyuk ulu ağaca/ İçini kurt yemiş bir dalım kaldı.
İsmail Dönertaş ağabeyimiz kadar karamsar olmasam da deli yeşil bir filiz gibi duran bu çocuğun karşısında ben de bir şeyler düşündüm tabii. Yanımda duran ve beni oraya götüren arkadaşla köy meydanına dönerken söyleştik: “Şehir görmüşsün, yıllarca şehirde oturmuşsun. Ne işin var buralarda?” diye sordum. Bir söyle bin dinle misali başladı anlatmaya: “Bir oğlu bir kızı varmış. Boğaziçi Üniversitesi’ni ve İTÜ’yü bitirmişler. Oğlan bir gün sabah gelip akşam gitmiş. Elinde bir videoteyp çekip durmuş her yeri. Arayıp sormazlarmış babalarını.” Al işte bir insan öyküsü daha. Ne kadar insan var o kadar da öykü. 24 kısım tekmili birden. “Herhalde çocuklar sana kızgın. Annesiyle bir sorunun mu var?” diye sormuşum tam da üstüne basmışım. Karısından ayrılınca şehirlerin yalnızlığında edememiş. Köye gelmiş. 75 yaşındaki anasının yanına gelmiş. Kış akşamları Babadağ eteklerinde ıslık çalan rüzgârlar eserken bir sıcak soba kıyısında anasıyla –ana gibi yâr olmaz- misali dertleşirlermiş. Birisi “ ah oğlum ahhh” diye başlarken diğeri de “ah ana ahhh” diye devam edermiş. Ve ıslık çalan rüzgârlar geçmişte duran acı anıları silmek için sabahlara kadar esermiş.
Köy meydanına dönerken iki köylüyle tanıştık. Soy isimleri Girgin ve Karagöl imiş. Hâl hatır, kimsin nesin derken kısadan, kestirmeden gittim. Karacasu’da kulaklıklı, Sarınç Ali vardı ya işte ben onun oğluyum, dedim. Bir tanışın oğlu olduğum için daha bir güvenle sokuldular. Girgin: “ Baban iyi adamdı. Paralı parasız ayakkabı verirdi.” deyince sevindim. Babamı görmüş gibi oldum. Babamı okşar gibi Girgin’in yanaklarını okşadım. Teşekkür ederim, teşekkür ederim, dedim. Kendilerini anlattılar, işlerinden güçlerinden kısa kısa da olsa çok şey anlattılar. Yalnızlıklarını, biraz da sıkıntılarını pek güzel anlattılar. Nişantaşı’nı, İzmir Alsancak’taki Sevgi Yolu’nu; oraların insanlarını, vitrinlerini, ışıklarını düşündüm. Bir de önümde bağrı açık Yeniköylü Girgin kardeşimizle, Karagöl kardeşimizi ve de geceleri Yeniköy’ü. Şairin o güzel şiirinden bazı dizeler bir türkü oldu dilimde:
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Boynu bükük ay çiçeği/ Şiirin ve aşkın geleceği/ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Dağ rüzgârı, portakal balı/ Alçak gönüllü, hünerli, sevdalı.
Dikmen’e geçtik. İlaçları dağıttık. Dikmen rahmetli Öğretmen Abidin Kavurmacı’nın katledildiği yer. O kara geceden bugüne köy okulu aynı yerde duruyor. Başımı oraya çeviremedim. Köy meydanında 30 sene kadar önce, ben diyeyim 500 yıllık siz deyin 1000 yıllık bir meşe/palamut ağacı vardı. Belki de Aydın’ın en eski anıt ağacıydı. Kestikleri o güzelim anıt ağacın odunlarının parasıyla da köy odası yaptırdıklarını duymuştum. Oraya da bakamadım. Bir cinayet de orada işlenmişti bir zamanlar. Geldiğimiz yoldan hemen geri dönerken Yeniköy’de durduk. Sıcak somunlarımız ve birazcık helvamız vardı. Bir kahvede otururuz, bir sıcak çay da buluruz diye beklemiştik.
Köyler yalnızdı, köyler insansızdı.
Gençler bir kuş misali şehirlerin içlerine uçmuşlardı.
Akşama açılacak olan kahvenin önünde oturacak bir sandalye bile bulamadık. Bir masacığın üstüne kâğıtları serip helvamızı elimizle böldük. Somunların daha da kızarmış uçlarından birisini Mühendis Erkan’a, diğerini Eczacı Gökhan’a verdim. Bir kızarmış parçayı da ben aldım. Tabii fotoğrafı ben çektiğim için de bu fotoğraf karesinin içinde olamadım. Köye ilk girdiğimiz anda gördüğümüz; ufak boylu, sakallı amcamız yanımıza geldi. Afiyet olsun demesine fırsat vermeden onun eline de helvalı somunu tutturuverdik. Yaşasın paylaşım. Yaşasın kardeşlik. Yaşasın dostluk. Gökhan, ben, Erkan ve Sakallı dede bir somunu paylaşmıştık. Başarmıştık bunu. Daha da sevmiştik birbirimizi. Bütün ağaçlar çiçeklere durmuştu.
Yeniköy’den ayrılırken bir bilge dağdan söz etmemek olmazdı herhalde. Babadağı ismi bu dağa Anadolu’nun Türkleşmesi sırasında konmuş. Daha önceleri Salbakos Dağı imiş adı. Buralara gelenler bu dağa bakmışlar, yakışan hamgi isim olabilir diye düşünmüşler ve BABADAĞI ismini vermişler. Bundan sonra bu dağdan söz ederken bu ismi kullanalım deyip isim babası olmuşlar. Denk düşmüş mü düşmemiş mi bir de siz bakın bakalım. Fotoğraflara iyi bakın. Sakallı bir yaşlının bizim Karacasulara doğru baktığını görürüsünüz. Karlarla daha da belirginleşen sakallarını tutuverecekmiş gibi olursunuz. Yüzyıllardır, dedim ya hem de 2308 metreden gözleyip durmuş bütün olan biteni Babadağı. Onun için görmüş geçirmiş bir dağdır. Eteklerinden kesilen mermerler dünyanın en güzel heykelleri olurken, Afrodisias’ın düşünürlerini, sanatçılarını görür. Uzak diyarlardan gelen Selçukilerin Eymir önlerindeki savaşını görür. Şeyh Kemalleri ve onların sabırlı, olgun yaşayışlarını gözler. Osmanlı’yı görür, Cumhuriyet’i görür. Ama orada bir baba gibi, ak sakallı bir bilge gibi bütün zamanlarda durarak insanlık selinin zaman içinde akışının ibret olacak dersini ezberler. Yeniköy’ün hemen dibinde selvilerin hemen ucundadır Babadağı. Ha deseniz Babadağı hemen oradadır, o kadar yakındır Yeniköy’e. Söylenecek çokkkk hem de çokkkk söz var. Dağ sporları, köy turizmi… deyip durmak mümkün. Ne diyelim anlayana saz anlamayana davul zurna az.
Biz köyden ayrılırken somunumuzu paylaştığımız sakallı amcamız elinde kalan son somunla helvayı, abdestlikte ellerini yıkayan kendi gibi yaşlı ninemize götürüyordu. Yol arkadaşıydı onun. Bilmem kaç yılsa belki de 60 yıldır aynı yollardaydılar. Aynı çilelerle, aynı sevinçlerle, aynı sofralarla, aynı evlatlarla…oluşan bir resimdi onlar benim için. Bir ara söylediklerimi duymadı. “Kulağım duymuyor da” dedi.” “Gençliktendir gençlikten.” dedim.
Yeniköy, senden ayrılırken çok karmaşık duygular içindeyim. Sense buralarda yalnızsın. Kanım kaynadı, içim ısındı sana. Baharda geleceğim. Anlatılan pınarlara gideceğim. Duru sularından içeceğim. Gelinliklerini giydiğinde, baharda seyredeceğim seni. Yeniköy’ü ve insanlarını özleyeceğim. Not: Bir köy gezisi olanağı sağlayan Karacasu’nun temiz evlatlarından biri olan Eczacı Gökhan Bebeci’ye teşekkür ederim. Not: Diğer fotoğraflar için ana sayfadaki fotoğraf altı numaraları tıklayınız. 2.01.2014,Aydın
|