ANNELER GÜNÜ:
PASTA BÖREK,
ÇAY KAHVE,
TELEFON MELEFON.
Başlığa bakıp “Anneler Günü ile ilgili çay içmeleri, telefonla aramaları” eleştireceğimi beklemeyin.
Bunlar iç dünyamızın dışa vurumu olan hâller. Tabii ki Anneler Günü’nde pastalar yapılacak, çaylar hazırlanacak ve hepimizin toprağı olan ANA’MIZ bir köşeye oturtulacak. Herkes sıraya geçip el öpecek ve belki mumlar eşliğinde kesilen pastayla çaylar içilecek.
Annelerden uzakta olanlar da kendilerince çözümler üretecekler ve hediyelerini önceden gönderip Anneler Günü’nde telefona sarılacaklar. İyi dileklerini, özlemlerini, sevgilerini sunacaklar annelerine.
Bunların hepsi güzel davranışlar. Olmalı da, yapılmalı da.
Radyoların, televizyonların günler öncesinden anons ettikleri bu özel günün şenliğine katılmamak olası mı?
Annem için – 2 ay sonra kaybedeceğimi bilmeden- geçen sene ben de bu davranışlar içindeydim.
Babamın ölümünden sonra annem yapayalnız kalmıştı. Upuzun günlerde, upuzun gecelerde yapayalnızdı. Gerçi bakıcısıyla beraberdi. Bütün gereksinimleri karşılanıyordu. Ama o kendi içinde yalnızdı. Çocuklarını her daim yanında görmek istiyordu. Biz onu kendi evlerimize götürsek, beraber yaşasak en çok üç beş gün sonra: “Beni evime götürün” diye tuttururdu. Bir ana için ev çok önemli bir mekândı. Bir zamanlar kocasının olduğu, çocuklarını doğurduğu, büyüttüğü ev bir anne için çok özel bir yerdi. Pamuklara sarsanız olmuyordu. O kendisinin kurduğu yuvada mutlu oluyordu.
Siz de fark etmişsinizdir, belki de yaşamışsınızdır bu durumu.
Sorun da burada başlıyordu. ÇEKİRDEK AİLE diye bir kavram son elli yılın anlayışı. Öğretmenken öğrencilerime aile nedir diye sorduğumda: “Aynı çatı altında yaşayan anne, baba ve çocuklardan oluşan en küçük sosyal birim” diye yanıtlar alır ve “olmadıııı” diye uzatırdım. Devamında ben de onlara şu tanımı yapardım: “ Aile;anne,baba, çocuklar ve bazen babaanne,anneanne, dedelerden oluşan ve herkesin birbirini saydığı sevdiği; acıları ve sevinçleri beraberce paylaştığı kader birliği yapılan yerdir. Böyle değilse oteldir.”
Eskiden çamaşır makinelerinin, bulaşık makinelerinin, deterjanların, elektriğin ev yaşayışını kolaylaştırmadığı, küllü suyla çamaşır, bulaşık yıkanılan zamanlarda, küçücük odalarda iç içe sürekli dal budak veren ama hiç kurumayan bir ağaç gibi aile kendi içinde değişerek yüzyıllarca devam eder giderdi.
Nine mi öldü, dede önceden yaşadığı ortamda yaşamaya devam ederdi. Torunları kucağında yeri de ocağın başında olurdu. Kaybettiği eşinin acısını geliniyle, oğluyla, torunlarıyla giderirdi. Aile sıcaklığını kaybetmezdi. Söyleyecek iki çift sözü, evde bir ağırlığı olurdu. Bir evin dört duvarı içinde yapayalnız kalmazdı.
Dedeler, nineler artık yeni aile tanımına girmiyorlar. Onlar kendi ailelerinin kapsamı içinde sayılıyorlar. Çocuklar okuyup evden çıkıyorlar veya başka diyarlarda iş kuruyorlar. Kız zaten evden çıkıp gidiyor. Yaşlı halleriyle çok uzaklardan gelmiş yorgun yolcular gibi kendi başlarına yapayalnız kalıveriyorlar.
Hele bir de dede ölürse veya hele hele nine ölürse vay arkada kalanın hâline! Kanadının biri kırılmış bir serçe gibi çırpınıp duracaklar artık. Son yıllarını çırpınmalarla, yalnızlıklarla geçirecekler.
Bu hâli Nasrettin Hoca fıkrası ne güzel anlatır.Hocaya sormuşlar:
-Hocam kıyamet ne zaman kopacak?
-Hanım öldüğünde birinci kıyamet kopacak, ben öldüğümde de ikincisi.
Evde yaşlı kocasıyla kalan yaşlı anamızın kıyameti de babamızın ölümüyle başlıyor aslında. Yeni yaşayış biçimleri, yeni anlayışlar, yeni kabüller yaşlıların başında alıcı kuşlar gibi dolanıp duruyor.
Elden ayaktan düşmek ise başka bir dert analarımız babalarımız için. Kulakların duymayışı, gözlerin görmeyişi, ağrılar… onları daha sinirli hâle getiriyor. Bu sefer uyumsuz, hırçın davranışlar da sergiliyorlar dünün sevgilileri, gençleri birbirlerine.
Huzurlu, sağlıklı bir yaşlılık geçirmek nasıl mümkün olacak bu şartlarda diye empati yapmak gerek.
PASTA BÖREK,
ÇAY KAHVE,
TELEFON MELEFON
demekle biraz da bunları söylemek istedim.
Millet olarak ritüelleri çok seviyoruz. Yani yapılması gereken davranışları daha çok şeklen yapıyoruz. “Oh, anneme babama görevimi yaptım deyip” rahatlıyoruz. Pekiii; yapayalnız yaşayan büyüklerimizin diğer günleri, bitmeyen uykusuz geceleri, iğneli bir fıçı gibi olan yalnızlıkları ne olacak?
İnsan: “Bir evlat olarak bütün bu sıkıntıların neresindeyim, diye” kendine sormalı.
Tatil yerinden Anneler Günü’nü kutlayanlara veya yanına yılda belki bir iki defa gittiği anasına -çiçekçiye telefonla sipariş vererek- çiçekler gönderenlere ne demeli?
Yalnız kalan büyüklerimiz bakıcıları olsa da iki duyguyu aşamıyorlar: Öldürücü bir yalnızlık duygusu ve gerçeklerin var ettiği ifade edilemeyen bir şaşkınlık…
Analarımız, babalarımız sevgi istiyorlar; ama her fırsatta.
Analarımız, babalarımız merhamet istiyorlar; ama her fırsatta.
Analarımız, babalarımız ilgi,özveri istiyorlar; ama her fırsatta.
Anneler Günü’nde bütün annelerin mutlu olmalarını dilerim.
Aramızda olmasa da beni doğurduğu, büyüttüğü, Aydın’dan ona dönüşümü sabırsızlıkla beklediği için anneme teşekkürler ediyorum.
Yanağını okşadığımda mutlu oluşunu, “Anne sen ne kadar da güzelmişsin, dediğimde hem sevinişini hem de nerde kaldı oğlum eski güzelliğim deyişini” yaşamak isterdim.
Kayınvalidemin damat sevgisini, kadirbilirliğini de yaşamak isterdim.
Her şey- ne yazık ki- anılarda kaldı.
Annesi sağ olanlar durmayın, durmayın lütfen. Bir anne için evladından daha değerli bir çiçek olur mu?