Latif Ağa vurulduğunda
Hükümetin tebdili şaştı Gacaroğlu dağlara kaçtı Gacaroğlu gel kıyma bana Çekiideksiz bağımı vereyim Mürüvvet kızımı göreyim. Anlatacağımız öykü 1917’de Karacasu’nun Geyre köyünde yaşanır. Ülkemiz tam da savaş yılları içindedir.Eli silah tutanlar askere gitmiş köylerde kalanlar savaşa gönderdikleri evlatlarının geri dönmesini beklemekte ve savaşın bir an önce bitmesini istemektedirler. Geyre ve çevresindeki Eymir, Dikmen, Palamutçuk, Yeniköy, Seki köylülüleri sabahın ilk ışıklarıyla başladıkları bağ bahçe işlerini akşam saatlerinde bitirirler; sütün sağılması, ineklere, koyunlara yem verilmesi… derken ertesi günün sabahına kadar sürecek bir karanlığın içinde kaybolur giderlerdi. Bazen ötelerde görülen zayıf bir ışık orada birilerinin yaşadığının habercisi olurdu. Onun dışında birkaç köpek havlaması dışında bütün geyre Ovası, Eymir, Palamutçuk sırtları her gece koyu bir karanlığın içinde güneşin doğmasını beklerdi. Halk fakirdi. Üzüm bağlarında üzüm yetiştirirler, buğday, arpa… vs ekerlerdi. Sebzelerini evlerinin önündeki küçük bahçelerinde yetiştirler; tarlalarından topladıkları bademleri, incirleri uzun kış ayları için saklarlardı. Tarhana, bulgur, fasulye sofraların her zamanki yiyecekleriydi. Pekmez, salça, tarhana, kurutulmuş biber yaz aylarında kış ayları için hazırlanırdı. Bahçeler, evler, deveci Hanı ve köy kahvesi arasında sürüp giden bir yaşayıştı bu. Geyre, Menderes Ovası’nın hemen kıyısından başlayan Dandalas’taki Roma Köprüsü üzerinden geçerek Tavas’a, oradan da Akdeniz kıyılarına inen tarihî bir yol üzerindeydi. Önemli bir Pazar yeriydi. Köye develerle ve katır yükleriyle Tavas veya Karacasu yönünden gelen satıcılar köy kahvesinin önünde dururlar, satacaklarını civar köylerden gelenlere satarlardı. Köyden kuruüzüm alırlardı. Bazen bu satıcılar kış kıyamet olursa develerini, katırlarını Deveci Han’a bağlayıp köyde kalırlardı. Deveci Hanı ve köy kahvesi bugün eski hâlinden çok az farkla aynen duruyor. Müzenin olduğu yerde Köyün Ağası Latif Ağa’nın evi ve hemen onun bitişiğinde de merkep hanı vardı. Ev kahveye ve Deveci Hanı’na bakar bu iki yapının ortasındaki koca çınar da meydanda kocaman bir şemsiye görevi görürdü. Deveci Hanın hemen arkasında bir küçük tepe üzerinde köy camisi bulunurdu. Ve halk bu caminin altında bir altın beşik olduğuna inanırdı. Latif Ağa bu köyün en zengini ve çevrenin de en itibarlı ağasıydı. Köyün sorunları ona anlatılır, anlaşmazlıklar ona danışılarak onun önünde çözülmeye çalışılırdı. Sıkıntısı olan, şikâyeti olan ona giderdi. Karacasu’da her pazartesi günü kurulan zahire pazarı Latif Ağa ve Yaykın Ağası gelmeden alışverişe başlamazdı. Bu iki ağa her pazartesi Karacasu’da zahire pazarında buluşurlar; buğdayın, arpanın, yulafın kaç para olacağına karar verirler ve zahire pazarı ancak bundan sonra ağaların saptadıkları fiyatlar üzerinden açılırdı. Köylü ürettiği ürünün onda birini öşür vergisi olarak devlete verirdi. Yerleşik Hristiyanlar da cizye vergisi verirdi. Öşür vergisinin ne kadar olacağını devletin o zamanki memuru hem eski kayıtlara bakarak hem de gerektiğinde tarla tarla gezerek ne kadar ürün elde edileceğini ve ne kadar öşür vergiisinin verileceğini kesinleştirirdi. 1917’de Geyre havalisinin öşür memuru Karacasu’dan gelen ve Karacasulu olan Kâmil isminde birisiydi. Köylü ondan memnun değildi. Öşür memuru mesela 20 dolu buğday alınabilen tarla i çin: “Bu tarladan 30 dolu buğday elde edilir.” deyip geçiyor öşür miktarının tespitinde adil davranmıyordu. Bu adaletsizlikler o kadar çok olur olmuştu ki halk derdini anlatacak birini arıyordu. Savaşın tam ortasında dağda eşkıyalar gezerken, köylünün malı canı güvende değilken bir de öşür adaletsizliği çıkmıştı. Zaten üretim gençlerin savaşta olması sebebiyle hayli düşmüştü. Sığınacakları tek kapı ağanın kapısıydı. Öşür memuru köye geldiğinde ağanın evinde kalırdı. Köylüler de ilk fırsatta bu yakınlık sebebiyle ağalarına öşür memurunun adaletsizliklerini anlattılar. Öşür vergisini verebilmek için ekmeklerinden olduklarını yana yakıla anlattılar. Latif Ağa anlatılanları bir bir dinledi. Zaten hangi köylünün tarlasından kaç dolu buğday, arpa üretebileceğini kendisi de biliyordu. Öşür memuru köye geldiğinde Latif Ağa bu konuyu öşür memuruna anlattı. “Bak Kamil, köylünün canı burnunda. Sana vergi yetiştireceğiz diye can alıp can veriyorlar. Sense adil davranmıyorsun. O tarlalarda neyin nekadar yetiştirildiğini ben bilmez miyim sanırsın? Bir de afaki vergiler yazmışsın fakir fukaraya. Bunun hesabı senden sorulur. Günaha giriyorsun. Dikkatli ol, adil ol.” diye nasihatler etti. Günler geçti eski tas eski hamam, öşür memuru Kâmil bildiği yoldan hiç şaşmıyordu. Latif Ağa, bir pazartesi günü Karacasu’ya gittiğinde Yaykın Ağası’na bu durumu anlattı. Yaykın Ağası da köylünün aynı memurdan şikâyetçi olduğunu Latif Ağa’ya söyledi. Beraberce Han Kahvesi’nin arka tarafında Kâmil’le konuştular. Durumu anlatıp davranışlarını düzeltmesini söylediler. Eğer düzeltmeyecekse kendisini şikâyet edeceklerini kararlılıkla Kamil’in yüzüne söylediler. Öşür memuru Kâmil hiçbi cevap vermedi. Sustu sadece ve kahvelerin içiminden sonra izin isteyip, kalkıp gitti. Huylu huyundan vaz geçmez. Şikâyetin konusunu anlamak yerine halka öncülük eden ve onları savunan bu iki ağaya karşı kin duydu. “Gösteririm ben onlara! Onlar ağa ise ben de öşürcü Kâmil’im.” dedi kendi kendine. İntikamını hem köylüden hem de ağalardan nasıl alacağını düşünmeye başladı.Bir yandan da işini kaybetme korkusu yaşıyordu. O zamanlar genel güvenlik şimdiki zamanlar gibi değildi. Bir bakarsınız kasaba merkezini efeler basmış, Ziraat Bankası’nı soyup gitmişler. Bir bakarsınız Nazilli’ye mal satmaya giden tüccarların yolunu kesmişler. Neleri varsa almışlar hatta parmakta kalan son ziynet yüzüğü alabilmek için Hacı Şeyh Oğlu’nun parmağını kesmişler. Bir bakarsınız gecenin ka ranlığı içinde vızır vızır geçen kurşunlara hedef olmaktan kurtulmak için insanlar evlerinden çıkıp buğday tarlaları içine saklanmışlar. Bir bakarsınız bir evden bir insanı çığlık çığlığa çıkarıp bilinmeyen yerlere götürmüşler. Ya cana ya mala ya namusa gelirdi büyük acılar. Gacaroğlu diye bir efe de Geyre civarındaki dağlarda dolaşırdı. Söylenceye göre bir zamanlar Geyre Ağası Latif Ağa’nın yanında sığır çobanıydı. Sığır çobanı iken Latif Ağa onu tokatlamıştı o da Latif Ağa’yı öldürüp dağa çıkmıştı. Bir anlatıma göre de olanların düzenleyicisi Öşür Memuru Kâmil’di. Öşürcü Kâmil, Han Kahvesi’nde iki ağanın anlattıklarını hiç unutmadı amma yapacaklarından da vaz geçmedi. Daha zalim ve adaletsiz biçimde vergilendirmeye devam etti. Bir taraftan da sinsi bir şekilde Latif Ağa ile iyi olmaya onun dikkatini çekmemeye çalıştı. Latif Ağa’nın pek sevdiği bir kızı vardı. Adı Mürüvvet. Yetişkin, güzel bir kız olmuştu. Hani ağa kızı da olunca dilden dile dolaşırdı güzelliği. Öşürcü Kâmil, Gacaroğlu ile bir gün Işıklar ‘dan Geyre Ovası’na inerken karşılaştı. İlk başta ürktü efeden ama Gacaroğlu : -Öşürcü Kâmil nereden böyle, deyince Kâmil rahatladı. Bir palamut ağacı gölgesinde oturdular. İki sigara sardılar., Kâmil’e Karacasu’yu köyleri ve oralarda olup biteni sordu Gacaroğlu.Söyleştiler bir süre. Öşürcü Kâmil tilki gibiydi. Tam da zamanı dedi içinden: -Efem kızanlar biraz şöyle öteye gitsinler, anlatacaklarım var, dedi. Kızanlar öteye gidince fısıltıyla anlatmaya başladı: -Efem geçenlerde Latif Ağa’nın evindeydim. Sağ olsun beraber yemek yedik. Kahvelerimizi içerken Ağam Gacaroğlu senin kızın Mürüvvet’e bir zamanlar talip olmuş da vermemişsin. İyi çocuktu. Dağlarda da değildi o zamanlar. Niye vermedin, dedim. Aga bir kızdı ki elindeki kahve döküldü. Bağıra bağıra bana: “Onun gibi bir sığır çobanına niye vereydim ki. Ben kimim o kim?” diye öfkesinden zangırdadı. Zor yatıştırdım kendisini. Hani denmez mi, iyi adamın iyilerle kötü adamın kötülerle işi olurmuş.Bu da öyle işte. Gacaroğlu, Mürüvvet’i bilirdi. Gönlü de kayardı hani. Geçmişte Latif Ağa’nın işlerinde çalıştığı günler geldi aklına. Öşürcü Kâmil’in “Zor yatıştırdım Latif Ağa’yı” cümlesiyle geçmişten uyanır gibi oldu.Efe Öşürcü Kâmil’in her cümlesinde bir sağa bir sola kıpırdadı durdu. Sinirlendiği belliydi. Amma belli etmemeye çalıştı. -Tamam tamam Kâmil, dedi ve onun sözünü kesti. Bizim daha gidecek yolumuz var deyip kalkıp gitti. Öşürcü Kâmil avına ilk zehrini veren bir avcı gibi içten içe sevindi. Efe pek renk vermese de efenin kızgınlığı belli olmuştu. Öşürcü Kâmil arının yuvasını kurcalamıştı. “ Latif Ağa senin başına bu efeyi bela edeceğim” diye nmırıldandı. Günler çabuk geçti gitti. Geyre her zamanki gibi sessiz, durgun günlerini yaşıyordu. Öşürcü Kâmil ise Gacaroğlu ile karşılaşmak için can atıyordu. Zira o günlerin ıssız yollarında köyden köye giderken her an bu fırsat karşısına tekrar çıkabilirdi. Efeyle ikinci kez karşılaşma şansı bir akşam Palamutçuk’ta bir evde gece yatarken çıktı. Gacaroğlu Öşürcü Kâmil’in yatıya kaldığı evi bastı. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Köpeklerin havlamasından bir şey olması gerek diyen ev sahibi kapıya çıktı. Gacaroğlu’nu ve beş kızanını lambanın ışığında fark etti. Korkudan dili tutulur gibi oldu. Zorlukla: -Buyur efem, diyebildi. Burada Öşür Memuru Kâmil yatarmış. Kaldır getir onu buraya dedi. Kâmil konuşulanları duymuş pantolonunu çabucak giymişti. Bir taraftan da: “Gecenin bu saatinde bu adam beni niye arar?” deyip meraklanmıştı. Hayır mıydı, şer miydi? Büyük odanın kapısının önünde eli silahlı bir efe duruyordu. Kâmil, odaya geçti. Yağ kandilinin ışığında efenin ve diğerlerinin yüzlerini şöyle böyle seçebildi. Ev sahibi kapı eşiğinin hemen dibindeydi. Öşürcü Kâmil: -Hoş geldin efem. Hayır mı şer mi? -Hayır hayır. Gel şöyle otur bakalım. Öşürcü Kâmil usulca ve sinsice efenin yanındaki bir ucu yırtık mindere oturdu. -Uzatmayalım, Kâmil. Geçen gün bir şeyler anlattın. Kafamı karıştırdın.O günden beri anlattıkların başımda dolanıp duruyor. O herif demek öyle dedi ha? Kâmil sevincinden uçacakmış gibi oldu. Amma hiç belli etmedi. Demek attığı oltaya efe takılmıştı. Tam sırasıydı: -Efem ben sonraları da defalarca ağaya söyledim amma o hep seni aşağıladı, ona verilecek kızım mı olurmuş benim, dedi. Bir an sessizlik olldu. Yarı karanlıkta bile efenin öfkesi yüzünde belli oluyordu. Efe homurdandı. Ama söyledikleri anlaşılamadı. Ev sahibi kahve getirmişti. “Buyur efem” dedi. Gacaroğlu arkaya dayandı. Küçücük yastık arkasında kaybolup gitmişti. Getirilen kahveyi aldı. Hüppp diye iştahla kahveyi yudumladı. Öşürcü Kâmil’den kimden ne kadar öşür aldığını sordu.En çok ürünü kimlerin kaldırdığını öğrenmek istiyordu. -Bilir misin Kâmil, sen de ben de iyi biliriz buraları değil mi? Sen devlet adına güvenle dolaşırken ben dağlarda dolaşırım. Hangi kör kurşun nereden gelir bimeden daima tetikte, huzursuz dolaşıırım. Kader diye bir şey var. Senin kaderin başka benim kaderim başka. Benim sonum belli amma senin sonun belli değil.,dedi. Derin bir iç geçirdi.Onun da iç sızılarının olduğu belli oluyordu. Öşürcü Kâmil, “Senin sonun belli değil” sözlerinden işkillendi. Acaba efe kendine bir şeyler mi söylemek istiyordu. Uzaklardan köpek sesleri duyuldu. Efe huzursuzlandı. Birden ayağa kaltı. Kızanlarına : -Haydi gidiyoruz dedi. İç kapıdan eğilerek çıktı. Aşağıya gıcırdayan tahta merdivenden indi ve karanlığın içinde kızanlarıyla birlikte kaybolup gitti. Öşürcü Kâmil yatağına usulca sokuldu. Bir süre şu Latif Ağa ile ilgili kurudğu tuzağın ne kadar tehlikeli olduğunu düşündü. Ya kendi canından olursa? Uyuyamadı. Bir sağa bir sola döndü durdu. Latif Ağa sabah ezanıyla birlikte uyanmıştı. Namazını kıldı. Ailecek sıcak kırmızı biberli, acılı tarhana çorbası ile karınlarını doyurdular. O gün pazartesiydi ve ağa Karacasu’ya gidecekti. Tez olmalıydı. Aşağıya indi hazırlanan atını dışarı çıkarmışlardı. Eğerin üzerinde kırmızı halılı bir heybe vardı. Karacasu’ya giden yol her günkünden biraz daha hareketliydi. Buğday, üzüm, arpa yüklü eşeklerle köylüler çoktan Karacasu’ya doğru yönelmişlerdi. Beş develik bir kervan Çamarası’ndan Kuyucak’a zımpara madeni taşıyorlardı. Kara zahire çuvallarının üzerinde birkaç kurutulmuş kuzu, erkeç postu bazı yüklerin üstünde de bacaklarından sarkıtılmış horozlar tavuklar vardı. Latif Ağa her köylünün yanından geçerken hepsini tanıdığı köylüleriyle selamlaşıyordu. Atı çevik ve güçlüydü. Karınderesi Mevkisi’ne (Şimdiki Belediye çöplüğü)geldiğinde etrafta kimsecikler yoktu. Ağa yemyeşil çam ağaçlarının arasından dağın yamacına yaslanmış Karacasu’yu görüyordu artık. Atı birden durdu, irkildi,birkaç adım geri geri gitti. Latif Ağa “Deh oğlum, deh dese de” atın huysuzluğu geçmiyordu.At boşu boşuna huysuzlanmazdı. Mutlaka bir şey vardı. Ağa etrafına baktı bir şey göremedi. Deh dedi tekrar. At iki ayağı üstünde yükseldi.Latif Ağa dikkat etmese az daha attan düşecekti. Ağaçların arasından: “ Latif Ağa dur bakalım” sesiyle birlikte bir efe elinde silahıyla yola atladı. Koştu Latif Ağa’nın atının gemini tuttu. Bir anda yolun içi efelerle doldu. En son yola inen Gacaroğlu idi. Yavaş yavaş geldi Latif Ağa’nın önünde durdu: -İn bakalım attan Latif Ağa, dedi. Latif Ağa şaşkındı ve de ürkmüştü. “Neden, ne oluyor?” diyordu kendi kendine. Latif Ağa attan indi. -Hayırdır Gacaroğlu,niye yolumu kesersin? Gacaroğlu ağır ağır ve tane tane konuşuyordu: Demek bize verilecek kızın yokmuş, demek biz sığır çobanıymışız ha. Çalıkakıcıymışız efe değilmişiz! Bir de Kâmil’in yanında anlatırmışsın bunları. Demek bizleri küçük görürsün ha! Latif Ağa olanı biteni hemen anladı. Kâmil’in yanında bunları konuşmadığı hâlde bunlar da nereden çıkmıştı? -Öşürcü mü anlattı bunları sana? Bunların hiçbirini onunla konuşmadık. Ben de senin için ne sığır çobanı dedim ne de seni aşağıladım. Bunların hepsi yalan uydurma diyebildi Latif Ağa. Efe dinlemedi bile. Latif Ağa’yı gelen geçen yolcular görmesin diye çam ağaçların arasından Çamarası yönüne giden ıssız patikadan çay kıyısına getirdi. Orada çizmesini ve çoraplarını çıkarttı. Latif Ağa başına gelecekleri iiyice anladı. Efe, diğer efelere gidiyoruz dedi . Önde çıplak ayaklarıyla taşlar üzerinde zorlukla yürüyen Latif Ağa, ardında efeler ve en arkada Latif Ağa’nın kırmızı halılı, heybeli atı vardı. Çay kıyısından zımpara madenini çıkarıldığı çukura doğru Azmanini Mevkisi’ne geldiler Latif Ağa yürüyemez olmuştu. Çıplak ayaklarına dikenler batmış , parmaklarından bazısı da kanamaya başlamıştı. Durdular. Latif Ağa: -Gacaroğlu, bunların hepsi Kâmil’in uydurmaları. Gel etme tutma. Uzlaşalım. Canımı bağışla. İstersen sana çekirdeksiz üzüm yetiştirdiğim en kıymetli bağımı vereyim. Dediyse de efe aynı şeyleri tekrar edip duruyordu.Çok öfkeliydi. Bugün dahi LATİF ATILAN denilen yerde zımpara madeni çıkarılan çukurda iki el tabanca sesi duyuldu. Latif Ağa cansız yere düştü. Karacasu’da zahire pazarı açılacak diye Latif Ağa’nın da gelmesi bekleniyordu. Yaykın ağası oradaydı. Amma Latif Ağa gelmedi. Zahire pazarının fiyatlarını o pazartesi Yaykın ağası belirledi. İkindi sonrası Latif Ağa Geyre’ye dönerdi. Amma ikindi geçti, akşam ezanı okundu, yatsı oldu Latif Ağa dönmedi. Karısı ve çocukları merak içndeydiler. Akrabalar da eve geldiler. Latif Ağa’nın karısını teskin ettiler. O zamanlar telefon yok. Vakit gece. Ne yapsınlar? Sabah ola hayrola deyip sabahın olmasını beklediler. Ertesi gün Geyre’nin bütün erkekleri Latif Ağa’yı aradılar. Karacasu’ya varmadığını öğrenince başına bir iş geldiğinden emin oldular. Hep beraber Latif Ağa’yı aramaya çıktılar. Yol boyunca gittiler. İz sürdüler. Olmadı. En iyisi çobanlara sormak deyip onlara sordular. Çobanlar: “ Dün şuralardan öteden iki el silah sesi duyduk” deyince tarif edilen yöne doğru ilerlediler. Azmanini Mevkisi’ne gelince büyük maden çukurunun ortasında Latif Ağa’nın cansız bedenini buldular. Azmanini’den Geyre’ye kadar birbir güçlükle Latif Ağa’nın naaşını ettirdiler. Ertesi günü öğleyin evin hemen üst yan karşısındaki köy camisinde cenaze namazı bütün Geyrelilerin, Ataeymirden, Palamutçuk’tan Seki’den, Işıklar’dan Karacasu’dan gelenlerin katılımıyla kılındı. Latif Ağa, defnedildi. Bütün köy bu cinayetten korkmuştu. Ağaya edilenler onlara haydi haydi edilirdi. Eşkiyanın ne edeceği belli olmazdı. Latif Ağa’nın oğlu Tevfik okuduğu İzmir Ziraat Mektebini bırakıp gelmişti. Artık evin büyüğü, sözü geçeni o olmuştu. Amma yaşı daha yeni 17’sini bitirmişti. Ağır bir sorumluluk omuzlarındaydı . Anasının, kardeşlerinin acısını dindirmek, işleri tekrar yoluna koymak ona düşüyordu. Baş sağlığı için gelenleri ağırlamakla geçti birkaç hafta. Tevfik, bir taraftan kendi acısını bastırmaya çalışırken bir taraftan da sabahlara kadar babasının katilinin Gacaroğlu olduğunu düşünüyordu. Nitekim köy yerlerinde hiçbir şey gizli kalmaz. Herkes birbirini, dostunu düşmanını bilir. Çobanlardı her şeyi bilen. Amma söyleyemezlerdi.Tevfik el altından adamları vasıtasıyla çobanların ağzını arattı. Onlardan o gün oralardan gelip geçeni sordurdu. Zaten o zamanların çobanlarından başka tarlada tokatta bir iki çalışandan başka kimseler olmazdı ki! Geleni gideni, geçeni köpekler zaten belli ederdi. Tevfik, babasının başına gelenleri bu çobanlardan öğrendi. Çobanlar, Gacaroğlu’nun o saatlerde oradan geçtiğini görmüşler hemen daha sonra da silah seslerini duyduklarını güvendikleri kişilere söyleşilerinde söylemişlerdi. Zaten Tevfik de babasının katilinin efe olduğunu tahmin ediyordu. Çobanların anlattıkları da cinayetin işleyicisini Gacaroğolu olduğunu doğruluyordu. Tevfik babasının hükümet adamlarının yanında ne kadar önemli olduğunu; Karacasu’da hatta Aydın’da ne kadar da sevildiğini biliyordu. Derine derman aramak için danışacağı kişiler baş vuracağı devlet kapısı vardı. Önce Karacasu’ya vardı. Orada birkaç baba dostuyla ne yapması gerektiğini konuştu. En doğru yolun kanun yolundangitmek olduğuna karar verdi. Aydın’a gitmeli ve valiye çıkmalıydı. Atına binerek Kuyucak’a geldi. Kuyucak’ta atını bir hancıya teslim edip trenle Aydın’a gitti. Düşündüğünü yaptı.Valiye çıktı. Zaten devlet erkanı babasını biliyordu. Vali Bey’e: -Vali Bey, ben öldürülen Latif Ağa’nın oğluyum. Zıraat Mektebinde okuyordum. Babamın ölümü üzerine buralardayım, diye söze başladı ve babasının katilinin Gacaroğlu olduğunu duyduklarıyla ve kendi kanaatleriyle birlikte anlattı. Validen Gacaroğlu’u takip etmek, yakalamak için bir müfreze asker istedi. Vali, Tevfik’in acısını paylaştı. Tevfik’e: “Sana bir müfreze asker vereceğim. Onları Geyre’de ağırlayacaksın. Yatıracaksın. İnşallah babanın katilini yakalayacaksın” dedi. Tevfik bir gün sonra tekrar Kuyucak’a oradan da Geyre’ye döndü. Günlerden bir salı günüydü. Öğleden sonra Geyre kahvesinin önünde bir müfreze atlı ve silahlı asker gelmişti. Tevfik Ağa’yı sordular. Hemen karşıki evi gösterdiler. Tevfik Ağa da zaten onları bekliyordu kaç gündür. “Hoş geldiniz” dedi müfreze komutanına. Onları bütün askerleri eve davet etti. Askerler atlarını merkep hanına bağladılar ve akşam yemeğini Tevfik Ağa’nın evinde yediler, gece ona misafir oldular. Tevfik Ağa gece boyunca askerlerin konutanıyla nasıl hareket edeceklerini konuştu. Ertesi sabah Tevfik Ağa birkaç slahlı adamı ve bir müfreze asker birlikte Gacaroğlu’nu aramak üzere dağlara doğru yürüdüler. Askerlerin gelişi evden eve köyden köye hemen duyudu. Gacaroğlu da duydu askerlerin kendisini yakalamak için geldiklerini. “Gelsinler bakalım” dedi kendi kendine. “Dağlarda nasıl yakalayacaklarmış beni, bir görelim bakalım” dedi. Fakat bir taraftan da işlerin sarpa sardığını hemen sezdi. Efelerine döndü : “ Bundan sonra bize rahat yok artık. Dikkatli olun” dedi. Nitekim Gacaroğlu bu amansız takipten kurtulamadı. Bir gece Ataeymir’de bir evde Gacaroğlu kıstırıldı ve gece karanlığı içinde silahlı bir çatışma çıktı. Çatışma beş dakika kadar sürdü. Göz gözü görmüyordu. Silah seslerine köpeklerin telaşlı havlamaları eşlik ediyordu. Etrafı çeviren askerler, Latif Ağa’nın oğlu ve adamları durmadan ateş ediyorlardı. Amaçları bu ateş çemberini daraltıp eve girmekti. Evden de askerlere doğru mavzer ateşi sürüyordu. Bu sebeple askerler eve doğru yaklaşmakta zorluk çekiyorlardı. Nasıl olduysa bir ara her iki taraftan ateş kesildi. Hem Gacaroğlu hem de askerler, Tevfik Ağa’nın adamları sanki ne yapacaklarına karar vermek için bir süreliğine durmuşlardı. Askerler bu kısa zamanın hemen devamında tekrar ateş etmeye başladılar. Fakat çevirdikleri evden hiç karşı ateş edilmiyordu. Askerlerin komutanı : -Gacaroğlu, çık dışarı. Teslim ol, diye bağıdı. Karşılık veren olmadı. Komutan tekrar bağırdı yine cevap veren olmadı. Askerler dikkatle eve doğru daha da yaklaştılar. İleri fırlayan bir asker zor farkedilen evin avlu kapısına bir tekme attı. Kapı arkasındaki çanın sesiyle kapı gürültüyle açıldı. Askerle hemen kapıya yanaştılar. Ama yine hiçbir hareketlilik yoktu. Anlaşılan Gacaroğlu ya kaçmıştı ya da bir tuzak kurmuştu. İki asker iç avluya daldı. Büyük bir sessilik vardı. Bütün askerler, ağanın adamları elleri tetikte bekliyorlardı. Geçmeyen birkaç dakikadan sonra askerlerden biri içeriden ses etti: -Komutanım burada kimse yok, kaçmışlar. Zifiri karanlıktan yararlanan Gacaroğlu evden eve geçerek kutrulmayı başarmıştı. Günlerdir Gacaroğlu’nu takip eden askerler, komutanları ve ağanın adamları gecenin karanlığında Gacaroğlu’nu yakalayamamanın üzüntüsüyle Geyre’ye döndüler. Günler günleri kovaladı. Her köyden bir adam bulundu. Anlaştıkları bu köylüler köye gelen giden varsa, dikkatlerini çekecek bir olay olursa Ağa’ya ve komutana gizlice haber vereceklerdi. Bir zaman sonra Işıklar’dan haber geldi. Işıklar’dan iki günde bir Osman isminde biri köyden elinde bir bohçayla ötelere doğru gözden kaybolup gidiyordu. Gacaroğlu’na mı gidiyordu bu bohça? Bu haber üzerine köyün dışına gizlenen askerler Osman’ın köyden çıkmasını beklediler. Bir sabah erkenden ötelerden Osman’ın elinde bir bohçayla tam da anlatıldığı gibi yola çıktığı görüldü. Yönü Babadağ’a doğruydu. Komutan askerlerden dikkatli ve çevik iki askerini seçti ve onlara Osman’ı gittiği yere varıncaya kadar izlemelerini söyledi. Kendinizi iyi gizleyin,diye sıkı sıkıya tembih etti.Askerler uzaktan uzağa Osman’ı takibe başladılar. Bu takip Babadağ’ın Kirazlar Tepesi’nde son buldu. Askerler koca bir kayanın koltuğunda Gacaroğlu’nu, kızanlarını ve karısını orada gördüler. Demek Osman, o bohçayı içindeki ekmekleri, katıkları efeye götürüyormuş. Artık efenin yerini öğrenmişlerdi. Öyle bir gün ve zaman seçilmeliydi ki efe kaçamasın,yakayı ele versin. Üç gün sonra Osman Işıklar’dan yola çıkmıştı yine. Askerler ve Latif Ağa’nın oğlu, adamları uzaktan uzağa sessizce Kirazlar Tepesi’ne yöneldiler. Sıcak fakat ışıl ışıl bir gündü. Osman’ın arkasından giden askerler bir süre sonra Kirazlı Tepe’ye vardılar. Aşağıda vadinin sırtındaki koca bir kayanın koltuğunda, bir pınar yanında Gacaroğlu, dört beş kızanı ve Gacaroğlu’un yanındaki kadın çok net görülüyordu. Askerler on beş kişi kadardı. Ağanın adamlarıyla birlikte 25 kişi kadardılar. Vadiyi aşağıdan ve yukarıdan ateş menzilinde çevirdiler. Gacaroğlu istede de kaçamazdı artık. Komutan yüksek sesle seslendi. -Gacaroğluuuuu teslim ol. Bu sesle birlikte Gacaroğlu bir tavşan çevikliğiyle koca kayanın altına doğru girdi, hemen siper aldı. Kızanları da siper aldılar. -Gacaroğlu, Gacaroğlu teslim ol. Karısı Gacaroğlu’na: -Teslim olalım. Bak bütün tepeleri tutmuşlar.Aşağılardan çevirmişler. Bizim buradan sağ çıkmamız mümkün değil, diyordu. Gacaroğlu kızanlarına ateşe devam işareti verdi. Bir fırsatını bulup çok iyi bildiği Babadağ eteklerinde bir yerlere saklanmak veya kaçmaktı amacı. Çatışma devam etti. Ama Ataeymir baskınından kurtulan Gacaroğlu’nun buradan kurtulması mümkün değildi. Bol güneşli bir gündü. Uçan kuş görülüyordu ve askerler bir kuyunun içine ateş eder gibiydiler. Aşağıda da Gacaroğlu vardı. Karısı Gacaroğlu’na defalarca: “ Teslim olalım” dedi. Bana kurşun işlemez diyordu Gacaroğlu. Ama çatışmanın başladığı andan beri onu gören ve nişan alıp da en uygun anı bekleyen bir zaptiyeden habersizdi. Gacaroğlu etrafı görmek ve kaçacak bir yol bulmak için bir adım öne çıkınca çoktan beri ateş etmek için bekleyen zağptiyenin istediği an gelmişti. Zaptiye tetiğe bastı. Mavzerin sesi kayalıklarda yankılandı. Yandım, diyebildi Gacaroğlu ve yere düştü.Göğsünden vurulmuştu. Kızanları onu geriye doğru asıldılar amma çok geçti artık. Gacaroğlu bir kızanının kucağında can verdi.Kızanları başsız kalmıştı. Umutlarını yitirir gibi olmuşlardı. Müsademe devam etti. O kadar kötü kıstırılmışlardı ki üç kızanı ve karısı da orada öldürüldüler. Birkaç kızan o kargaşa da kaçtı. Zaptiyeler orada beklerken Karısını orada Geyre’ye kadar taşımak için Dikmen tarafından dört at temin edildi. Her ceset bir at üstüne ardıldı. Babadağ sırtlarından Geyre Ovası’na doğru önde komutan, Latif Ağa’nın oğlu arkalarında zaptiyeler, ağanın adamları en arkada da cesetleri taşıyan atlarla birlikte bir sıra hâlinde yola koyuldular. Gacaroğlu’nun öldürüldüğü haberi zaptiyelerden önce Geyre’ye ulaşmıştı. Bugünkü müzenin önündeki meydanda Geyre halkı toplanmıştı. Kafile meydana girdiğinde halk merakla ve biraz da ürkerek cesetleri görmek için dalgalandı. Cesetlerin aşağıya sarkan elleri ayakları, başları taşlara çarpa çarpa; çalılara, dikenlere takıla takıla tepelerden aşağıya, ovaya ininceye kadar yırtılmış, yaralanmış, kırılmıştı.Bazılarının başlarındaki deriler parça parça kopmuştu. Cesetler bu sebeple tanınmayacak hâle gelmişti. Cesetleri atlardan indirdiler ve yan yana yere koydular. Bütün köylüler korkarak cesetlere baktılar. Cesetler teşhir edildiler. Latif Ağa’nın oğlu Tevfik,babasının katilini yakalatmıştı. O günün yönetimi de devletin gücünü ibret olsun diye halka göstermişti.Böylece kanunsuzların sonu budur, denmek istemişti. Latif Ağa’nın güzel kızı Mürüvvet kendi ismi etrafında oluşan olayların acısını çekmekteydi. Babası bir eşkıya kurşunuyla ölmüş, ailesi büyük acılar yaşamıştı. Ama kader bu yapılabilecek bir şey yoktu. Zaman akacak inşallah bütün yaraları saracaktı.Nitekim öyle de oldu. Gün geldi Mürüvvet telli duvaklı gelin oldu. VE DİĞERLERİ; NE AĞANIN ÇOCUKLARI NE GACAROĞLU’NUN ÇOCUKLARI BU YAŞANANLARI BİR KİNE, NEFRETE DÖNÜŞTÜRMEDİLER. SİLAHLARIN KAN VE ACI KUSTUĞUNU GAYET İYİ ANLADILAR. O GÜNDEN BUGÜNE 100 SENE VUKUATSIZ YAŞAYIP GELDİLER. BARIŞI SEÇTİLER. HER İKİ TARAF DA BU SEBEPLE HEP SAYGIN KALDILAR. O zamanlar, halk ise vicdanında olayların acısını yaşadı . Halk; sazın telinde, ustasının dilinde bir ağıt yaktı. Şimdilerde ezgisi bile bilinmeyen amma sözlerinin bir kısmı aşağıdaki gibi olan bir ağıt hayli zaman Geyre Ovası’nda, köylerde söylendi durdu. Söylenmekle kalmadı, bir pınar gibi bir gözeden yüz bir yıl sonra tekrar gün yüzüne çıkıp bir öyküde satır satır anlatıldı.
Latif Ağa vurulduğunda Hükümetin tebdili şaştı Gacaroğlu dağlara kaçtı Gacaroğlu gel kıyma bana Çekiideksiz bağımı vereyim Mürüvvet kızımı göreyim. (Zafer Karagöl’den alınmıştır.)
GEYRE PINARI |
|||||
|