0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

0542 597 01 45

kuruuzum1947@hotmail.com

İki Subay Bir Asker Bir Paşa

Yıllar önce, Kültür Bakanlığı yayınlarından bir kitap okumuştum. Kafkas Cephesi’nde Ruslara esir düşen Türk subaylarından birisinin anılarını anlatıyordu.

Türk subayları 1917’lerde Kafkaslarda esir alınarak Ruslar tarafından Sibirya’da küçük bir kasabaya götürülürler, orada bir eve yerleştirilirler. Silahları alınsa da üniformalarıyla dolaşmaktadırlar. İçlerinde yabancı dil bilen subaylarımızdan biri, o kasabada bir Alman firmasının temsilcisi olan aileyle güzel ilişkiler kurar. Alman aileyle akşam yemeklerini beraber yiyecek kadar yakınlaşır. Tam bu sırada  1917 Komünist İhtilali olur. Genel kargaşa yaşayan Rusya’dan ayrılmakta olan o Alman aile, dostları olan Türk subayını yanlarına alarak onu Berlin’e kaçırırlar.

Berlin’e Alman dostlarıyla ilk kez gelen ve ilk kez bir Alman şehri gören Türk subayı Berlin’deki şehir düzenine, mimariye… hayran kalır. Ve o yıllarda bütün Osmanlı aydınlarının sorduğu: “Batı’dan niçin geri kaldık?” sorusunun cevabını okudukları ışığında tekrar düşünür. Yıllar sonra, Kurtuluş Savaşı bitip de ülkede kalkınma çabaları başladığında bu subayımız toplumun kalkınmasında eğitimin gerekliliğine inandığından,  doğduğu Niğde’nin bir köyüne bütün emekli maaşıyla bir okul yaptırır.

Bir başka Osmanlı subayını anlatalım şimdi, Mehmet Arif Seyhun’un öyküsünü.

1914’te görev yaptığı Tunceli’den Yemen’e tayini çıkar. Tunceli’den Yemen’in Kızıldeniz kıyısındaki liman kenti Hudeyde’ye gidebilmesi için 22 altın yolluk verilir kendisine. Ama bununla Yemen’e varmak mümkün olmadığından Harput’taki(Elazığ) iki bahçesini satar. Toplam parası 60 altın olur. Karda kışta Tunceli dağlarından karlı yollar geçerek Halep’e gelen M. Arif Seyhun Cidde’den Yemen’e hareket eder. Kızıldeniz’i geçerken yolculuk esnasında hastalanan kızı Makbule ölür ve gemi Kızıldeniz’in sol tarafındaki ıssız sahiline yanaşır. Filikalarla kıyıya çıkan Mehmet Arif Seyhun ve yanındakiler o sahilde küçük bir mezar kazarlar ve 5 yaşındaki kız çocuğunu oraya gömüp yoluna devam ederler. Yalnız bir mezar kalır Kızıldeniz sahilinde.

Bu acıdan üç yıl sonra M. Arif Seyhun’un Halep yakınlarındaki Zebdiye’de karısı ölür. Ölüm üzerine, görev yerinden Zebdiye’ye gelişini şöyle anlatır: “25 Mart 1917 günü izin alarak Zebdiye’ye yola çıktım. Tahame’nin öğle sıcağı bana da tesir etmişti. Gözlerim yaşarmıştı. Başım dönüyor, sıcaktan gökle yeri birleşmiş gibi ve etrafımdaki her şeyi başka renkte görmeye başladım. Biraz kendime gelirim diye etrafıma bakınıyordum. Fakat dayanacak yer yoktu. Yol uzadıkça uzuyordu. Kendime hâkim olamayacak hale geldim. Bereket versin katırdan düşmüyordum… Vakit gece olmuştu. Kafile çok geride kalmıştı. Katırın yürüyüşüne ve yol buluşuna artık mani olamıyordum…”

Bir süre sonra da bir yaşında öksüz kalan oğlu bakımsızlıktan ölür.  Yıl 1917’dir ve yer Yemen çölleridir.

Şimdi de tanıdık bir Osmanlı askerinden söz edelim, Karacasulu bir askerden. “ Gazi Osman Akhan’ın Savaş Anıları”isimli kitabımızda anlattığımız askerden söz edelim.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Galiçya’da kurşun tam kalbinin yanından geçer; ama kalbine değmez. Alman doktorlar her gün fitil çeke çeke Osman’ı iyileştirirler; ama tedavinin devamı için önce Pazarcık’a sonra İstanbul’a gönderilir. Pazarcık’ta hastane denilen yere getirilir, yatak filan yoktur. Tahta zemin üzerine serilmiş kuru otlar üzerinde yatmaktadır bütün yaralı askerler. Kaderin cilvesine bakın aynı hastanede(!) Karacasulu Tekkeşin Ahmet, Hacı Kırlı Hüseyin de yaralı olarak yatmaktadırlar. Üç yaralı Karacasulu bir savaş kargaşasının içinde bir hastanede Karacasu’dan binlerce kilometre ötede, bir yerlerde buluşmuş olurlar. Öykü çok hem de çok uzun. Biz bu uzun öyküyü “Gazi Osman Akhan’ın Savaş Anıları” isimli kitabımızda anlattık. Burada özet bir anlatımla birkaç sayfa daha devam edelim. Osman Akhan, iyileştikten sonra Galiçya’dan Filistin Cephesi’ne gider. Savaş sonunda Osmanlı yenilir ve binlerce askerimiz gibi Gazi Osman Akhan da İngilizlere esir düşer. İngilizlere esir düşmeden önceki halini şöyle anlatır: “Etrafıma çocuklar toplanıyorlar, görünüveriyorum onlara, kaçıyorlar. Sonra büyükleri geldiler: ‘Otur bakalım’ dediler. Birisi ayaklarımdaki potinleri çözdü aldı… Biraz daha gittikten sonra bir Arap daha: ‘Otur bakalım, ceketi çıkar.’ dedi. Ceketi de verdim. Sabahleyin Beyrut’a giden tren varmış diye duydum. Oraya gittim. Araplar bi çokuştular. Oturttular. Benim gibi beş altı Osmanlı askeri daha vardı. Gömleklerimizi çıkarttıla. İki gömleği üst üste giymiştim. Birini verdim. Birisi geldi o da ikinci gömleği çıkartıp aldı. Çırılçıplak kaldım. Pantolon eski olduğundan almadıla. Üstümde sadece pantolon kaldı.” O zamanki Filistin’de hâl budur.

Gazi Osman Akhan ve Osmanlı askerleri mübadele ile İstanbul’a getirilirler.  Memleketlerine gönderilmek üzere toplu hâlde tutuldukları kışlada beklemektedirler. Anadolu’da Kurtuluş Hareketi başlamıştır. Ülkede ikilikler sürmektedir. Selimiye Kışlası’na gelen bazı Osmanlı paşaları oradaki savaş yorgunu askerlere: “Arkadaşlar Anadolu’da caniler, çeteler türemiş. Halife’nin ordusuna karşı geliyorlar…” derken bazı Osmanlı paşaları da : “ O çete dedikleri insanlar bizi kurtaracaklar.” diyorlardı.

Demek ki savaş daha bitmeyecekti.

Selimiye Kışlası’ndan Karacasu’ya geldiğinde bu sefer askerlik şubesinden her gece silah alarak Karacasu’nun gecelerini bekler. Sabahleyin de silahları şubeye bırakan gece nöbetçileri işlerine döner. O zaman Karacasu Kaymakamlığına bir yazı gelir. Karacasu’dan elli asker, elli de at istenmektedir. Her asker bir de kendi parasıyla at alacaktır. Savaştan daha yeni dönen ve gazi olan Osman’ın yeniden savaşa gitmesine gönlü el vermeyen babasının karşı koymalarına rağmen Gazi Osman, Mustafa Kemal ordusuna babasına at aldırarak katılır ve böylelikle Kurtuluş Savaşı’na girmiş olur. İzmir’in alınışında İzmir’e giren ilk askerler arasında olan Osman Akhan Uzunköprü’ye kadar Karacasu’dan babasına aldırdığı atla savaşa savaşa varır. Ülkenin kurtulduğunu savaşın bittiğini orada öğrenir. Kendi söyleyişiyle o günleri anlatır: “Uzunköprü’ye gada vadık. İngilizlerden teslim aldık. Vakdımız geldi. Orda bize tezkire vedile. Memleketinize gidin gari, dedile. Atlarımızı isteriz biz, dedik. Peki atlarınızı alın dedile. Hayvan bazarına vadık, atlarımızı satdık.1339 senesinin ağustos ayında memleketimize geldik.”

Osmanlı’nın dağılmama mücadelesine 1916’da katılan gazi Osman amcamız yeni bir Cumhuriyetin kurulmasında emekler vererek 7 yıl sonra Karacasu’ya dönmüştü.

Şimdi de bu subayların, askerin de üstü Mustafa Kemal Paşa’dan söz etmek istiyorum.

Çekoslovakya’da Karlovy Vary denilen bir sıcak su kasabası var. Bizi oraya götürdüler. Rehberimiz Karadeniz vadilerini anımsatan bir vadi içine dağılmış üçer dörder katlı ve oya gibi işlenmiş otellerden birini işaret ederek o otelde Atatürk Müzesi var dedi. Şaşırdım. Çünkü Atatürk’ün 1918’de bir böbrek rahatsızlığını gidermek için oraya, sıcak su kürlerine geldiğini bilmiyordum. Hatta Atatürk “Karisbad Hatıraları’nı burada yazmış.

Rehber öncülüğünde bir ırmak etrafına dizilmiş muhteşem otelleri özellikle ön cephelerindeki taş işlemeciliğini seyretmekten insan kendini alamıyordu. İki yüz, üç yüz senelik yapılarmış bunlar.

Orada şunları düşünmüştüm. Demek ben buralara Atatürk’ten yüz sene kadar sonra gelmiştim. Benim gözlerim Anadolu’da 2000’li yıllarda otobanları, Boğaz köprülerini, pırıl pırıl yapıları, Bursa’dan başlayıp İstanbul’a kadar yol kıyılarına dizilmiş yüzlerce sanayi tesisini görmüştü. Peki Atatürk?

O, o yıllarda ıssız Trablus sahillerinden, geceleri karanlıklar içinde kaybolan şehirlerden, kasabalardan;  boydan boya sadece kara trenle geçilebilen ıssız Anadolu yollarından gelmişti. Atatürk’le gördüğümüz yer yani Karlovy vary aynı; fakat gördüklerimizi anlamlı kılacak yaşam koşullarımız tamamen farklı idi. Orada,  o mekânla yani Karlovy vary  ile ıssız, kıraç, sapsarı Anadolu düzlüklerini, geceleri karanlıklar içine gömülmüş Anadolu kasabalarını karşılaştıran Atatürk neler düşünmüştür? Neler hissetmiştir? Derin bir üzüntü mü, derin bir yıkılış mı, hiç bitmeyecek bir karamsarlık mı, yeni bir atılım mı?

Bilmiyorum; ama sonra kurduğu yeni devlete ve özlediği bilim ışığına bakarak tahmin edebiliyorum. Çene kemiklerinin ısıldığını, yurtsever bir Paşa olarak memleketi için projeler düşündüğünü, hayaller kurduğunu düşünebiliyorum.

Kafkasya’da esir düşen subaylarımızı, Yemen çöllerinde bir kızını, bir oğlunu, karısını kaybeden ve yolluk parası sağlayabilmek için Harput’taki bahçelerini satan subayımızı; Karacasu’dan Galiçyalara giden, gazi olan sonra da babasına aldırdığı atla Karacasu’dan başlayıp Uzunköprü’ye kadar savaşa savaşa giden Gazi Osman Akhan’ı;  yeni bir devlet kurmakla kalmayıp halkına :”Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” diyebilen başkomutanları Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı, bugün, 10 Kasım günü çok daha dikkatle düşünüyorum.

Anadolu insanının, Anadolu aydınlarının özellikle 1877-1922 arasındaki 45 yıllık zaman dilimini ne kadar acılı yaşadıklarını Balkanlarda, Kafkaslarda, Yemenlerde, Çanakkalelerde, Dumlupınarlarda yüzbinlerce memleket evladının nasıl yok olduğunu anlamadan, o günlerin aydınlarının da en az bizim kadar vatansever olduklarını kabul etmeden neyi anlayabiliriz ki!

Sonuçsuz, mesnetsiz, bilgisiz, insafsız, öznel tartışmalarla 100 yıl sonra konuşmak ne kadar da kolay, bir düşünsek ya!

Televizyon ekranlarında konuşurken şehitlere, gazilere, Cumhuriyet’i kuranların niyetlerine saygısızlık ediyor muyum diye bir öz kontrol kuramayanlara,

Çağdaş, demokratik bir yönetim kurulmasına benim katkım ne diye öz eleştiri yapamayanlara, bırakın bunları, ben kendim demokrat bir insan mıyım diye soramayanlara ne demeli?

Bu sebeplerle yüzbinlerce şehidimize, gazimize ve onların önderlerine karşı çok insani bir duyguyla kendimi borçlu hissediyorum. Gelecek kuşaklar için çağdaş bir toplum inşasında ben neler yapabilirim diye düşünüyorum. Bilimde teknikte, ekonomide, argede yarışalım diyorum; çenede değil!

Teşekkür ediyorum bütün cephelerde bizim için şehit düşenlere, bütün bir hayatı bizim için gazi olarak yaşayanlara, geçmişte ve günümüzde yani bütün zamanlarda bu vatana katkı sağlamak için çalışan; gecelerini gündüzlerini feda eden herkese teşekkür ediyorum. Atatürk’ün öncülüğünde yeni devleti demokratik, çağdaş bir Cumhuriyet özlemiyle kuran nesle saygı duyuyorum.    

 

 

Not: Karacasu Diye Diye isimli eserimizden alınmıştır.